Mimar, Başka Bir Atölye’nin kurucularından Doç. Dr. T. Gül Köksal yazdı: “Bu yazıyla; insanı, hayvanı, kültürel değerleriyle birlikte dümdüz eden kırımın bize söylediği sistemsel sorunlara işaret ederek karşı sözlerin ve eylemlerin birbirine eklemlenmesini umuyorum.”
Öncelikle yaşamakta olduğumuz şeyin adını doğru koyalım. 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli 7.7 büyüklüğünde bir deprem yaşadık, ardından artçılar ve 7.6 büyüklüğünde devamı geldi. Bölgede depremler halen sürüyor. AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) ve ana akım medya bu depremi “asrın felaketi”[1] olarak ifade ediyor.[2] Ancak çok sayıda kişinin de ifade ettiği gibi depremi bu şekilde tanımlamak depremin öncesi-sırası ve sonrasında olanları hasıraltı etmenin zeminini kuruyor. Zira deprem, sel gibi doğa olaylarının bir felakete dönüşmesinin müsebbibi doğa olayının kendisi değil, etkilediği yerleri kuran özneler. Dolayısıyla bir felaket derken özne/ler, diğer bir deyişle sorumlular gizleniyor. Oysa ki bu deprem için, –çok sayıda kente sirayet eden etkilerine bakarak– “katliam, kırım, kıyım” vb. ifadeleri kullanmak yaşananların sorumlularını açıktan sorgulamamıza imkân tanıyor. Çünkü katliam, kırım, kıyım kendi kendine olmaz. Defalarca dile getirildi, bu büyüklükte bir depremi yaşayan Japonya’da bu denli ölüm, kayıp olmuyor. “Asrın felaketi” ifadesi ise bize neredeyse “Geçmişimizi görmezden gelelim” demek istiyor. Ancak biz çok yakın zamanlarda depremler yaşadık ve yine çok kayıplar verdik.
Kırım kelimesi kent, ekoloji, mekân, kır, kültür, emek, bellek gibi müştereklerimizin ağır tahribatı karşısında da söylenegelen bir ifade. Etimolojik kökeni, Fransızcaya Latince “katletmek” anlamına gelen “cidium” kökünden gelen “cide” sözcüğüne dayanıyor.[3] Örneğin kendini katletmek (İng. suicide) veya soy katliamını işaret etmek üzere “soykırım (İng. genocide)” biçiminde söyleniyor. Zarar gören şeylere eklenerek de farklı kırım türleri ifade ediliyor. Söz gelimi “spaciocide (mekân-kırım), urbicide (kent-kırım), memoricide (bellek-kırım)” gibi kullanımlarıyla kırımlar uluslararası literatüre giriyor. Türkiye’de kırım ifadesini kapitalist kentleşmenin kente, kıra, doğaya, kültürel değerlere, eko-sisteme vd. olumsuz etkilerini işaret etmek için uzundur kullanıyoruz.[4]
Bu yazıda –olguların adını koymanın politik bağlamını da gözeten bir yaklaşımla– depremin etkilediği bölgelerdeki kırıma işaret ederken, müşterek birikimlerimize, ortak değerlerimize yönelik olası tehditlere ağırlık vereceğim ve halihazırdaki akut durum sürerken orta-uzun vadede yapabileceklerimizin yöntemini dönüştürmemiz gerektiğini ileri süreceğim.
Kırımın üstüne ortak bir geleceğin inşası; kim için, nasıl?
Bölgedeki depremi üzüntü ve öfkeyle karşılarken bir yandan da “depremini bekleyen Türkiye, İstanbul vd. iller” gibi ifadelerle karşılaştık. İnsanlar haklı olarak ülkenin dört bir yanında ikamet ettikleri binaların güvenilirliğini sorgulamaya başladılar. Meslek insanları gelecek bir depremin İstanbul gibi mega kentlerdeki potansiyel etkilerini tartışmaya açtı. Peki şimdi bu kırımın üstüne deprem bölgesinde yeniden inşa edilecek olan yapılı çevreyle nasıl baş edeceğiz? Bölgedeki kültürel değerlerin onarımı, sürekliliği nasıl sağlanacak? Meslek insanları, uzmanlar bu koşullarda nasıl hareket edecek? Dahası “depremini bekleyen” diğer kentlerde ne yapacağız? Bu sorunsalın kendisini başka bir yaşam alanını inşa etmek, mevcut ilişkileri dönüştürmek için kullanabilecek miyiz? Bugüne kadar yapageldiğimiz gibi ağırlıklı olarak -meli/-malı ekleriyle yapılması gerekenleri söylemek dışında, –bunların ne kadar işe yaradığını yeniden deneyimlemişken– kendi yapma biçimlerimizi de dönüştürebilecek miyiz?
Bu noktada depremin en çok etkilediği kentlerden biri olan Hatay ile Hatay kadar yıkımın olmadığı ancak ortak değerlerimiz açısından yakın dönemde benzer bir muameleye uğrayan Diyarbakır’ı örneklemek istiyorum. Bunu yapmaktaki amacım biri deprem, diğeri savaş olan ve her ikisi de egemenler eliyle kent-eko-kültür-bellek kırımına dönüşen toplumsal olayların a) halihazırdaki ortaklığını göstermek, b) bu ortaklığın gelecekte başımıza neler getireceğinin sürpriz olmayacağını vurgulamak c) nihayetinde bunu gören ve dönüştürmek isteyen başta TMMOB gibi kurumlar, hükümet düzeyinde tanınan ICOMOS/UNESCO gibi uzman grupları, kentsel-toplumsal taban örgütlenmeleri ve ilgili yurttaşlar olarak orta ve uzun vadede bugüne kadarki yapma biçimlerimizden farklı yollar izlemek zorunda olduğumuza işaret etmek.
Öncelikle Diyarbakır’ın yakın geçmişini hatırlayalım. Kentin mimari biçimlenişi iklimle uyumlu kadim ekolojik bir tasarım olduğu kadar, bölgenin kendine özgü yaşam kültürünün de bugüne taşıyıcısıydı. Doğal nitelikleri dikkate alan dar sokakların yönelimi kuzey-güney veya doğu-batı ekseninde hava akımı yaratmakta, yüksek avlu duvarlarıyla da gölgelendirilme sağlanmaktaydı. Bereketli Dicle Nehri’nin sularından beslenen Hevsel Bahçeleri insanın doğayla kurduğu ilişkinin bugüne de uzanan çok özel bir örneğiydi. Bu nitelikleri nedeniyle kentin Kalesi ve Hevsel Bahçeleri 2015 yılında UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’ne kabul edildi.[5] Ancak ağırlıkla o tarihten bu yana kentteki yapılı çevreye yönelik yoğun bir fiziki müdahale kentin tüm dokusunu tahrip etti, yaktı, yıktı.[6] Bu müdahaleler, insanlar ve diğer canlı türlerini binlerce yıllık süregiden yaşam alanı olan özgün mekânlarından, köklerinden kovdu, kullanılan mekânları olağanüstü hâl uygulamalarıyla süresiz olarak kapattı, insanları günlerce evlerine hapsetti, güvenlik tedbiri adı altında mekânları gözetledi, kamusal ve özel mekânları işgal etti.[7] Kentte sürekli bir fetih harekâtı yapıldı, mekânlar kendine özgü durumlarından farklı biçimlerde temsil edildi ve/ya betimlendi-isimlendirildi, yeniden inşa süreci geçmiş birikimi dikkate almadı, kolektif bellek zorla dönüştürüldü. Nihayetinde tüm bu yıkımlar vasıtasıyla alanda mekân-kırım/ kent-kırım/ eko-kırım/ kültür-kırım/ bellek-kırım farklı veçheleriyle yaşandı, yaşanmaya da devam ediyorken bugün de üstüne deprem etki etti.
Şimdi de güncel duruma bakalım; Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Derneği’nin 9 Şubat 2023 tarihli “Diyarbakır Kalesi ve Diğer Kültür Varlıkları Deprem Sonrası Hasar Tespiti” raporu Diyarbakır Kalesi ve miras alanı tampon bölgesi Suriçi’nde yapılan depreme dayalı güncel hasar tespitini gösteriyor.[8] Neyse ki burada çok ağır hasarlar yok. Ancak diğer yandan TMMOB Diyarbakır İl Koordinasyon Kurulu depremzedeler için Dicle Nehri kenarına kurulan çadırlara yönelik itirazlarını dile getiriyor.[9] Meslek insanları, Dicle Nehri’nde yaşanan taşkın ve sele dikkat çekerek güvenli olmayan bu alandaki yeni bir yaşamın olası risklerini, atık yönetiminin yapılmaması durumunda Dicle Nehri’nin ekosisteminin zarar göreceğini, salgın hastalıkların olacağını ve Dünya Mirası olarak kabul edilen Hevsel Bahçeleri’nin kirletileceğini anlatıyorlar. Özetle insan eliyle kırım halen katlanarak devam ediyor! 2019 yılında Diyarbakır’da sürdürdüğümüz atölyede de işaret ettiğimiz gibi, yıkım ve inşa döngüsünün biçimlendirdiği barınma, miras ve ekolojiye dair kentsel meseleler birbirlerinden hiç de ayrı değil ve tümü son derece politik bir olgu.[10] Çünkü mekân her şeyin, özellikle de siyasetin kaydolduğu yer.[11] 1980’lerin ortalarından bu yana neoliberal kent politikaları bağlamında üretim ilişkilerinin belirlediği kentleşme politikası, zaman içinde kentlerdeki tüm üretim ve hizmetleri olduğu gibi, kentlerin kendisi ve kültürel birikimini de şeyleştirip bir meta olarak sermayenin hizmetine sundu.[12] Kadim kentleri yutan kapitalist kentleşme zamanla kırı da ele geçirdi, metalaştırdığı kırda da rekabet, soylulaştırma (mutenalaştırma), turistikleştirme, pazarlama başladı. Benzer şekilde iklim değişikliği, doğal kaynakların uğradığı zararlar ve hızla tükenmeleri, deprem, sel gibi doğal etkiler ve kültürel çeşitliliğin yitimi gibi konularda da insanlığın kadim bilgilerine başvurmak yerine, yeni icatlar biçiminde “sürdürülebilirlik, ekolojik tasarım, yeşil mimari” gibi terimlere dayalı bir piyasa türetildi. İstanbul bu durumun en görünür kentlerinin başında geliyor.[13] Tüm bu teorik çerçeveyi deprem bölgesindeki praksis üzerinden okuyalım; Diyarbakır bir yandan yıkılırken bir yandan da bilimsel, mesleki ilkelere uygun olmayan bir şekilde hızla yeniden inşa edildi. Bugün aynı senaryoyu Hatay için doğrudan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un kendisi söylüyor; “Hatay ve Antakya için bir Kültür Yolu rotası oluşturacağız. Rota dahilindeki bütün tescilli yapıları ayağa kaldıracağız. Yeni bir hikâye yazmamız gerekiyor Antakya ve Hatay’a. Bu hikâyenin kültür, gastronomi ve turizm ağırlıklı bir hikâye olması gerekiyor. Hedefimiz bir yıldan kısa sürede buraları ihya etmek, yeniden ayağa kaldırmak”.[14] Şimdi bir duralım! Daha başta Hatay’ın kültürel zenginliğini sağlayan insanları yerinden oldu. Bu kişilerden biri ve Antakya Kültürel Mirasını Koruma Derneği Başkanı olan Kenan Yurttagül yaşadığı yerdeki durumu şöyle ifade ediyor, “…neden kentimde insanlar yapayalnız kaldı? Neden? Hıristiyanlar, Aleviler yaşadığı için mi?”… “Antakya’nın dörtte üçü yok artık. Şehrin nüfusu 500 bin. Bu nüfusun en az 100 bini artık yaşamıyor”.[15] Tıpkı bir savaş sonrası gibi, yerinden edilenlerin, değerleri üreten ve yaşatanların olmadığı bir yerde, canlı yaşamın söndüğü bir bölgede bu acele niye, bu inşa sevdası kim için? Yoksa dert Diyarbakır’da olduğu gibi haklarını arayamayacak derecede zarar görenlerin olduğu bir alanda rahatça hareket etmek mi?[16] Bu durumu toplumsal barış talebimizi neden istediğimizi ifade ederken şöyle dile getirmiştim; “…Benim de sık sık gidip çalıştığım bu kentte -Diyarbakır- 600’ün üzerinde koruma altındaki tescilli mirasın yandığı, yıkıldığı, ağır makineli silahlarla tahrip edildiği, kalan kısımlarının belgelenmeden iş makineleri ve dozerlerle kaldırıldığı, bunları tespit etmek isteyen meslek insanlarına/örgütlerine izin verilmediği, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve UNESCO Türkiye temsilciliği gibi kurumlara yazılan yüzlerce dilekçenin, raporun dikkate alınmadığı bilinmektedir… Zorunlu olarak göç edenlerin bıraktıkları yerler iktidar ve sermaye tarafından “çitlenmiştir”….”.
Deprem illerindeki zarar gören kültürel değerler hakkındaki haberlere bakalım; Kültür ve Turizm Bakanlığı 50’ye yakın yapının hasar gördüğünü, müzelerde basit hasarlar olduğunu söylerken, tarihi merkezlerin alt üst olmasının yanı sıra, Hatay gibi çokkültürlü bir kentin çok sayıda kilisesi, bir camisi ve bir sinagogunun ağır hasar gördüğü kayıtlara geçiyor.[17] UNESCO’nun bu değerler için “Bu bölgeleri hızla güvence altına almak ve istikrara kavuşturmak amacıyla hasarın kesin bir envanterini oluşturmak için uzmanlarını seferber ediyor” sözlerini okuyoruz.[18] Önce şunu bir açalım; UNESCO Birleşmiş Milletler’in bir alt kuruluşu. Birleşmiş Milletler’i de devletler oluşturuyor. Dolayısıyla UNESCO kaçınılmaz olarak devletleri dikkate alıyor. Türkiye de esasen imzaladığı uluslararası sözleşmeler gereği kültürel mirastan sorumlu. Diğer yandan UNESCO gibi bir kurumun Dünya Miras Listesi’ne alınan Diyarbakır’daki yıkım ve yeniden inşa sürecine ne kadar müdahale edebildiğini biliyoruz, bunu UNESCO Karşı Forum’da ayrıntılı olarak tartışmıştık.[19] Bu birikim üzerine şu düşünmeye değer; UNESCO’nun deprem sonrası alana etkisi ne kadar olabilecek ve bunu nasıl farklı, daha güçlü bir hale getirmek mümkün? Ya da ICOMOS Türkiye (International Council on Monuments and Sites, Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi Türkiye Milli Komitesi) Kültür ve Turizm Bakanlığı’na destek olacak şekilde bölgede hasar tespit çalışmasına başlarken uzmanlık birikimini paylaşmaya hazır olduğunu duyurdu.[20] Buradan çıkacak sonuçların -meli/-malı ile biten yapılması gerekenler listesinin ötesine geçmesini sağlayabilir miyiz veya nasıl sağlanır, önümüzdeki diğer bir sorunsal. Çünkü biliyoruz ki ülkede deprem öncesinde de kültürel değerlere yönelik müdahaleler konusunda ciddi sorunlar vardı. Elimizde kapsamlı bir envanter çalışması yok. Çoğu anıtsal yapının rölöveleri (mevcut duruma dair belgeleri) bile eksik. 1999 Kocaeli-Gölcük Depremi’nin ardından Gölcük’teki mimari mirasa dair bir envanter çalışması yapmıştık.[21] Depremden sonra inşa edilen kalıcı konutların kırsal yerleşime nasıl zarar verdiğini, diğer yandan kırsal yerleşimin bize ne kadar önemli kadim bilgiler aktardığını detaylı bir şekilde kayda geçirmiştik. Kocaeli, Gölcük’te praksiste işe yaramayan ürettiğimiz bu bilgiler, bugün nasıl işe yarar hale gelecek ya da nasıl getirebileceğiz?
Hatay’da ve bazı diğer illerde Türk-Sünni halk dışındaki yerleşimlere devlet desteğinin gitmediğini doğrudan öznelerinden dinledik.[22] Hayati olarak acil bir durumda dahi ırkçılık, ayrımcılık yapılıyor. Bu tutum farklı kültürlere ait değerlere de yansıyacaktır. Toplumsal belleğin somut izleri olan yapılı çevrenin yıkımının, uzun vadede toplumsal belleğin de dönüşmesine neden olacağı aşikâr. Kültürel varlıklar yapıldıkları dönemin ürünü ve geçirdikleri sürecin izlerini taşıdıkları için yeniden üretimi mümkün olmayan değerler. Zamanında düzenli bakım-onarım görmeyen, hatta hızlı, niteliksiz, şeffaf olmayan, kötü restorasyon müdahalelerine maruz kalan, denetimsizlik ve ihmalin kol gezdiği, tescilli dahi olsa neredeyse sadece anıt/sit fişleri ile kayda alınan bu değerlerden geriye kalanların onarımının bugüne kadar uygulanan yöntemlerle, ihale sistemleriyle, bütçelerle yapılması ihtimali şimdiden endişe verici. Ancak sanırım yeniden inşa (rekonstrüksiyon) süreçlerinin kendisi daha da büyük sorunsal. Yeterli veri dahi olsa yeniden inşanın kendisi, ağırlıkla bir taklit/kopya inşa etmeye vardığı için son derece dikkatle tartışılması gereken bir konu. Bu konu üzerine yazılmış çokça yazı[23], yapılmış epey tartışma var, ancak ne kadarının bu süreçlerde dikkate alınacağı şüpheli. Bazı zamanlarda bu uygulamaların seçmeci bir üslupla, kültürel değerin turistikleştirilmesi ve metalaştırılması için ele alındığını biliyoruz.[24] Kentsel yıkım karşısında böylesi bir ölçekte yeniden inşaya dair bilimsel görüşlerin de zaman zaman çatışmalar taşıdığını, inşa faaliyetinin politik-ekonomi ile bağının merkezde olmadığı durumlarda bu çatışmaların niteliksiz toplumsal sonuçlar doğurduğuna da tanık oluyoruz. Somut izlerin bu kadar yıkıma uğradığı, nüfusun yerinden uzaklaşmak zorunda kaldığı bir ortamda somut olmayan değerlerin sürekliliği daha ağır riske giriyor. Tabii bir de şimdi Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın açıkladığı gibi hızlı inşai süreçler başlarsa yeni kentleşme için seçilecek yerlerde zemin koşullarından, arkeolojik katmanlara dair bir dolu mevzuyla nasıl baş edilecek sorunsalı var. İnsanların acil barınma ihtiyaçları karşısına kültürel değerlerin konduğu bir ikilik yaşanırsa, bu durum manipüle edilerek bugüne kadar olduğu gibi ortak akıl yerine kör-sağır tartışmalar gelişirse yine aynı açmaza düşmek kaçınılmaz. Diyarbakır Atölyesi’nde dediğimiz gibi esasen birbirinden ayrı düşünülmemesi gereken ve buna rağmen birbirine karşı ikilik yaratan bu yaklaşımların her iki cephede de kamu-halk zararına sonuçlar doğurduğunu defalarca yaşadık.
Bu tür durumların bizi Antakya “The Museum Hotel” örneğinde olduğu gibi, maddi/mesleki vd. kamu kaynaklarının doğru düzgün kullanıl(a)maması nedeniyle sanki tek seçeneğimiz oymuş gibi sermaye birikiminin arzularının kucağına taşıyacağını söylemek sanırım abartı olmaz. Diğer bir deyişle –apaçık görünen bu politik manzarada– “korumada uzlaşma” şiarıyla sermayenin çıkarına hizmet eden bir yapılaşmaya gebe kalacağımızı, kamu kaynakları ve birikimini geliştirmek yerine burjuva ve/ya İslami sermayenin at koşturduğu bir zeminde “iyi mimarlıkları” yeniden ve yeniden konuşuyor olacağımızı iddia etmek müneccimlik gerektirmiyor. Deprem peşine gördük ki, mesleki beklentilerimiz mevcut koşullarda o kadar düşük bir seviyede, tüm beceri ve aklımıza rağmen öylesine çaresiz bir konumdayız ki, binaların yıkılmamasını alkışlar duruma gelmişiz! Olması gerekene sevinir haldeyiz. Mesleki praksisle ve toplumsal ortamla kopan bağların, yabancılaşmanın turnusolünü yaşıyoruz. Örneğin adı geçen Müze’nin de yıkılmamasının bir kazanım olarak konuşulduğu bir söyleşide, mimarının İstanbul’daki deprem toplanma alanlarına konuşlanan tasarımını konuşmak akla gelmiyor.[25] Ancak bir diğer söyleşisinde mimarı diyor ki; “…Deprem konusu özünde çok geniş bir politik meseledir.”[26] Tasarımlar arasındaki ilişkileri yeterli bir düzeyde ele al(a)mayan bu bakış açısının zemininde belki de söyleşinin başlığına da taşınan mimarın şu sözlerine dayanan bir ön kabul yatıyor; “…bu meselenin genel olarak çok daha derinlikli ve geniş kapsamlı bir konu olduğu ve bugüne dek yaşananların içinde neredeyse herkesin öyle ya da böyle yer aldığı bir tür toplumsal suç ortaklığı olduğu kabul edilmelidir.” “Toplumsal suç ortaklığının” kimlere, hangi düzeyde yüklenmesi gerektiği veya bunun siyasi bedelinin nasıl ödeneceği/bunu nasıl talep etmemiz gerektiği bir kere daha önemli bir sorunsal olarak önümüze çıkıyor. Örneğin imar affı/barışından yararlanarak imara uygun olmayan bir projeyi uygun hale getiren bir mimarla, insanları yerinden eden/eko-sisteme zarar veren projelere vb. imza atan meslek insanı aynı oranda mı toplumsal suça imza atıyor? Ya da karar vericilerle aynı masalarda oturarak kötünün iyisini yapan mimarla, sistemsel olanın dönüşmesi için elindeki imkânları zorlayan, hayalini kurduğu adil bir gelecek için suça karışmamak adına geride duran bir mimar arasında mesleki iyilik düzeyi nasıl tespit edilebilir? Mücella Yapıcı’nın işaret ettiği gibi “müteahhitler bu çarpık sistemin sadece tetikçileri ve yiyicileri” ise, toplumsal suçun bileşenleri kimler?[27] Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin hazırladığı çizelgede yapı elde etme sürecindeki aktörler tek tek gösteriliyor.[28] Alev Şahin de bir yapının inşasının hangi aşamalardan oluştuğunu yazıyor.[29] Buralarda adı geçen kurum ve kişilerin her suçtaki payı tek tek nedir hesaplanabilir mi? Daha da önemlisi buradaki sorumluluk toplum/kamu yararına nasıl dönüştürülebilir?
Kültür ve Turizm Bakanı’nın Hatay’daki hızlı inşa çağrısına koşan meslek insanları olacaktır muhakkak. Bunların bir kısmı bu koşullarda daha iyi bir mimarlık/mühendislik yaptıkları şiarlarını yine dile getirebilirler. Nitekim aynı söyleşide mimar, bir üniversitenin akademik desteğiyle yaptıkları bir projeden söz ederken Antakya’yı da konuştuklarını aktarıyor.[30] Toplumsal suçlar kadar, sosyal sorumluluk projelerinin de parçası olmaya varan bu ikili durum, akla içinde yaşadığımız sistemin sıkışıklığına başka şekillerde de reaksiyon verebilme ihtimallerini getiriyor. Örneğin 2016 yılının Ocak ayında yukarıda tarif ettiğim savaşı yaşayan Diyarbakır’ı da kapsayan ortamda toplumsal bir barış ihtimaline çağrı yapan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” tutumunu hatırlatıyor.[31] Benim de parçası olmaktan onur duyduğum bu tutum, bireysel ve toplumsal çeşitli etkileriyle birlikte başka bir dayanışma ağının, üretiminin kurulmasına olanak tanıdı. Ve bu, toplumsal suçlara ortak olmama çabalarından sadece bir tanesi. Geçmişten bugüne çok sayıda mesleki, bilimsel, toplumsal itirazlar oldu ve olmaya da devam edecek. Demek ki bir yandan sistemsel olarak suça itilirken buna karşı duruş geliştirmenin yolları da örülebilir. Bu bağlamda sıklıkla dile getirilen ahlak/etik mevzusuna da kısaca değinmek iyi olabilir. Meslek insanları iktidar ve sermayenin talepleri/dayatmaları ile kamu yararı arasında kaldıklarında her seferinde, yani işin her aşamasında bir taraf seçmek zorunda kalırlar. Tıpkı hayatın bütününde yaptığımız seçimler gibi. Bu kanımca ahlaki bir durum değil, bir etik sorunu. Ahlak Spinoza’nın ifade ettiği gibi bize yapmamamız gereken şeyleri söylerken, etik bizim yapabilirliğimiz ve yapmamayı tercih ettiğimiz üzerinden bize bir alan açıyor. Etiği mesleğimiz üzerinden okursak da yine Spinoza’nın deyişiyle yapabilirliğimizi arttıracak ortak mefhumlar geliştirmek bizim elimizde.
Bakanlıkların o hızlı inşaat zamanları gelmeden, korumanın da yeniden inşanın da iyilik halini –mekânı var eden politik koşulları dikkate alarak– belki de şu şekilde tartışmak gerekiyor; suçu topluma yayarak genellemek yerine, derinlemesine ele alarak toplumsal iyilik halini inşa etmenin yolları neler olabilir? Toplumsal iyilik için birilerinin bedel ödemesi/duruş dayatması ile toptan suça dahil olma arasında çok sayıda yol var. Belli bir birikime sahibiz. Üstelik bu konularda çok farklı görüşlerin olduğuna eminim. Bunları açıkça konuşmadıkça, uygun karşılaşma ortamları yaratmadıkça, üzerine daha derinlikli yazıp-çizip-düşünmedikçe ve belki de en önemlisi toplumsal suçların yükümlülüğünü sadece birilerinin/bazı kurumların sırtına yüklemeye devam ettikçe sıkıştığımız koşullarda yola devam edeceğiz. Öte yandan mimarlık eğitim/üretim ortamlarına ilişkin ortak mefhumlar etrafında bir araya gelen, mekân üretimini toplumsal eşitsizlikleri görünür kılmak ve/ya daha adil bir mekânsallık üretmek yönünde ele alan dünyadan ve Türkiye’den kişiler/oluşumlar/kurumlar da var. “Başka Bir Dünya+Başka Bir Mimarlık” dosyasında bunları tartışırken bu ve benzeri sorunsallara yanıtlar vermeye çalıştık.[32]
Toplumsal kırıma karşı kolektif sözümüzün gücü ne kadar?
Depremi yerinde inceleyen ve raporlayan kurumlardan işe başlayalım. Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) deprem bölgesindeki illere yönelik hızlı değerlendirme raporları başta sağlık hizmetleri olmak üzere alandaki durumu düzenli aralıklarla aktarıyor.[33] Çoğu sağlık yapısının, daha yeni inşa edilen Şehir Hastanelerinin durumu vahim. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) 14 Şubat 2023 tarihli deprem güncel durum tespitine göre TMMOB Odaları ve AFAD arasında bazı işbirliklerinden söz ediliyor.[34] 20 Ocak 2023 tarihli TMMOB’ye bağlı tüm odaların yaptığı ortak açıklama ise, deprem bölgelerindeki her türlü müdahalenin bilimi, tekniği ve meslek ilkelerini gözeterek yapılması gerektiği detaylıca ortaya konuyor.[35] Ancak açıklamada da geçtiği üzere, bir ay içinde inşaata başlanacağını ve bir yıl içinde de konutları teslim edeceğini ifade eden iktidarın TMMOB’un uyarılarına kulak vermeyeceği, sermaye güçleriyle eski ilişkiler bağlamında faaliyete geçeceği açık gözüküyor. Görünen o ki 24 Odası ile 2022 yılı sonu itibariyle 660 bin 358 üyesi olan TMMOB[36] dahil meslek örgütleri, üniversiteler ve ilgili herkesin, iktidarın yaptığı gibi aynı yollarla hareket etmesi çok büyük ihtimalle süreci değiştirmeyecek. Buna karşılık örgütlenmelerimizi gözden geçirerek, ürettiğimiz bilginin toplumsallaşmasını başka yollarla yapmanın zamanı bugün değilse ne zaman?[37]
Diğer yandan hastane, okul gibi kamu yapılarının yıkıldığı kentlerde, insanlar, hayvanlardan geriye kalan cesetlerin dozerlerle, kepçelerle alaşağı edildiği, atıkların nereye döküldüğünün bilinmediği, açığa çıkan asbestin yeni sağlık sorunları yarattığı bir kriz yönetiminde kapitalist devletin kentleşmesinin bize çözüm olarak sunduğu “afete dirençli kentler” gibi girişimler ikna edici/sakinleştirici bir boşgösterene dönüşme ihtimali taşıyor. “Devlet nerede?” sorusuna tam da Hakkı Özdal’ın ifadesiyle “…Devlet yok değil, Türkiye’nin kapitalist devleti artık budur, bundan ibarettir” demek[38] ve bunu dönüştürmeyi hedeflemek gibi radikal bir çözüme ihtiyacımız var. Tüm bunların bir kültür politikası bağlamında çoğulcu ve şeffaf bir şekilde ele alınması gerektiği, bu yazının yayımlandığı Kültür Meclisi başta olmak üzere çok yerde defalarca dile getiriliyor.[39]
Adıyaman’da Ulu Cami’nin hasarlı dokusuna kepçeyle müdahale edilen[40] bir tutuma karşı raporlamalar yapmak –tarihe not düşürmek dışında– belli ki bu koşullarda dönüştürücü olamayacak. Hukuki yaptırımlar ne kadar etkili olacak dersek o da bir muamma. Yasaların araçsallaşmış haline yakından bakalım. Kapitalist kentleşmeye karşı kentsel adaleti ve eşitliği sağlayacak araçlar olarak hukuki sistem ve teorik üretim, sistem bütünlüğü bağlamında kaçınılmaz olarak türlü çelişki ve çatışmalar taşıyor. 1948’de çıkarılmaya başlanan imar afları 2018’e dek 14’ü buldu.[41] Bunların 9’u AKP’nin 22 yıllık iktidarlık döneminde çıkarıldı. Hiçbiri ülkedeki niteliksiz yapılaşmanın önünü kes(e)medi, aksine kötü yapılaşmayı meşrulaştırdı ve yenilerine zemin yarattı.[42] Kat yükseklikleri mütemadiyen arttı, inşaatlar daha da hızlandı, her yere metreküplerce beton döküldü. Kentsel dönüşüm adı altında yaşanan bu hızlı yapılaşma kültürel değerlerin de aleyhine sonuçlar doğurdu, koruma alanlarının dokunulmazlığı kalktı. Kendisinden sonra çıkan ve niyeti adından belli olan 5366 Sayılı “Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun”[43] ve nihayetinde 6306 Sayılı “Kentsel Dönüşüm Kanunu” ile 2863 Sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasasına” aykırı uygulamalar onay aldı. İmar affının, 2018 yılında imar barışı olarak isimlendirilmesinin hukuki arka planını tartıştığı yazısında, Ilgın Özkaya Özlüer detaylı bir şekilde hukukun dönüşümünü anlatıyor.[44] Mevcut hukuki süreçte hukuki mücadele yapabilirliğimizin ve haklarımızın da nasıl çitlendiğini biliyoruz, defalarca deneyimledik.[45] Sermaye birikim sürecinde yargı sisteminin dönüşüm biçimi, hak arama mücadelelerinin de önünü tıkarken, orta-uzun vadede depreme ilişkin hak kayıplarının takibinde sorunlar oluşacağını şimdiden söylemek mümkün.[46]
Bu konuyla ilgili kurum Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kamuoyuyla bilgi paylaşma anlayışı bile sınırlı iken Hatay ve diğer illerdeki müdahaleleri nasıl takip edebileceğiz? Konum olarak alakasız ancak içerik olarak benzer bir duruma işaret eden başka bir yapıyı örnek olarak vereyim. Hatırlarsınız, İstanbul’un simgesel değerlerinden biri olan Kız Kulesi’ne yapılan restorasyonun halka doğru düzgün bilgi aktarmadan yapılmasına karşı ciddi bir kentsel muhalefet oluştu. Buna dair Bakanlığın web sitesine bakalım; sitede halen bir iki rapor ve fotoğraftan başka bir şey yok.[47] Buradaki sürece ilişkin düşüncelerimi yazarken şunlara da işaret etmiştim; “…Mütemadiyen turistikleştirilen, diğer bir deyişle müşterek olanı var edenden/yerlisinden koparıp kültür-turizm endüstrisine teslim edilen yapılı çevrenin (ve doğal çevrenin) başına gelenler, kullanım değeri yerine gösterge/dönüşüm değerinin öncelenmesinden kaynaklanıyor. Bu da bir tür koruma çabası adı altında kendi ayağına kurşun sıkan bir savunma hattına tekabül ediyor… Teknik raporlar siteye olduğu gibi konmuş olsa da sitede rölöve, restitüsyon, restorasyon, yeniden kullanım vb. projeler yer almıyor. Yani biz meslek insanlarının bile işi takip edebileceği yeterli bir bilgi yok. Bu durumda proje/uygulama üzerinde bir yorum/eleştiri getirme imkânımız da yok. Meslek insanlarını geçtim, yurttaşların bu Web sitesinden edinebileceği doğru düzgün başka bir bilgi de yok. Bu nedenle Arnstein’in söz ettiği göstermelik katılım basamağına tam olarak karşı gelecek şekilde göstermelik bir Web sitesi hazırlanmış diyebiliriz. Burada sınırlı alan nedeniyle daha fazla detayına giremeyeceğim ancak şu çok açık ki; bu proje müteahhit seçiminden, Bakanlığın kamuoyuna bilgi aktarımına, danışmanların açıklamalarından, meslek örgütünün konuya yaklaşımına dek bizlere üzerinde tartışılması gereken birçok şey söylüyor.”[48] Deprem, savaş gibi sorunların olmadığı durumda da ülkede çalışma yöntemi buysa kim bilir şimdi neler olacak?
Yeni sözlere, “ortak mefhum” inşasına…
Bu yazıyla; insanı, hayvanı, kültürel değerleriyle birlikte dümdüz eden kırımın bize söylediği sistemsel sorunlara işaret ederek karşı sözlerin ve eylemlerin birbirine eklemlenmesini umuyorum. Spinoza’nın deyişiyle iktidarın “potestas”ı karşısında, bizlerin “potentia”sı var; eyleme kapasitelerinden –bir şeyler yapma, birbirlerini etkileme ve birbirlerinden etkilenme güçlerinden– başka hiçbir şeyleri olmayanlar. Üstelik her bir bireyin potentia’sı tek başına çok fazla değil ve kesinlikle potestas ile yüzleşmek için de yeterli değil. Bu nedenle bireylerin bir araya gelmesi, her birinin eylem kapasitesini diğerlerinin kapasitesiyle çoğaltması başka bir şeye dönüşüyor. Bu bir araya geliş yine Spinoza’dan devamla bir “ortak mefhum” üzerinden olduğu durumlarda duygulanışların başka bir seviyeye çıktığını da görmek mümkün. Depreme yönelik dayanışma çabalarında bunu yeniden yaşadık.
Epeydir çoğumuzun dediği gibi toplumsal eşitsizliği adil olana doğru dönüştürmeye, kırımı yaşamdan yana bükmeye çalışanlar için de başka şekilde konuşmanın, üretmenin, eylemenin zamanı. Bir şeylerden ders alacaksak istisnasız hepimiz bu dersi alabiliriz. Deprem sırasında ve halen süren toplumsal dayanışmayı büyütmenin, meslek insanlarının daha güçlü bir şekilde örgütlenmesinin, bilimsel bilgi birikimimizin sadece tespit-analiz eden yönüyle değil, dönüştürücü gücünün de öncelenmesinin hepimize bir sorumluluk yüklediği açık. En başta kendimizin yenilenmediği, öğrenmediği, öğrendikleriyle dönüşmediği bir ortamda, kimsenin kimseden radikal bir dönüşüm yolunda çaba veya örgütlenme becerisi beklemesinin anlamlı olmadığını düşünüyorum. Ezcümle dünyayı sadece yorumlayan eden değil, onu dönüştürmeyi hedefleyenler olarak –halihazırda akut durum sürerken orta-uzun vadeyi gözeterek– işe elimizdeki bilimsel bilgi üreten okullar, toplumsal eşitlik ve adaleti talep eden örgütlenmeler gibi kurumların üretim biçimlerini geliştirmekle neden başlamayalım? Hepimizin yolu açık olsun…
Metindeki tüm web kaynaklarına erişim tarihi: 20 Şubat 2023.
[1] Türk Dil Kurumu’na göre “felaket” bir isim olarak şu anlama geliyor; “Büyük zarar, üzüntü ve sıkıntılara yol açan olay veya durum, yıkım, bela”; sıfat olarak da “çok kötü, şaşırtıcı, hayrete düşürücü”. https://sozluk.gov.tr
[2] AFAD, https://www.afad.gov.tr
[3] https://www.etymonline.com/word/genocide
[4] “Kentsel Hafızaya Saldırı: Kentkırım”, Yapı Dergisi, 2 Haziran 2022, https://yapidergisi.com/kentsel-hafizaya-saldiri-kentkirim/
[5] “Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzaj Alanı Hakkında Basın Açıklaması”, UNESCO Türkiye Milli Komitesi, 10 Kasım 2015, https://www.unesco.org.tr/Home/AnnouncementDetail/303
[6] TMMOB, Yıkılan Kentler Raporu, Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği, Ankara: Ankamat Matbaacılık, 2019. http://www.tmmob.org.tr/yayin/tmmob-yikilan-kentler-raporu
[7] T. Gül Köksal, “Hegemonyadan Direnişe: Kolektif Belleğin Taşıyıcısı Kentsel Mekâna Müdahale”, Haz: Pınar Ceylan, “Büyük Kapatma” 2015-2016 Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Sokağa Çıkma Yasakları ve Çatışmalarda Hak İhlalleri, Ankara, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TIHV) Yayını, 2021, s. 115-130.
[8] “Diyarbakır Kalesi ve Diğer Kültür Varlıkları Deprem Sonrası Hasar Tespiti”, Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Derneği, 9 Şubat 2023, https://www.dkvd.org/etkinliklerimiz/diyarbakir-kalesi-ve-diger-kultur-varliklari-deprem-sonrasi-hasar-tespiti
[9] Sertaç Kayar, “TMMOB’dan Dicle Nehri Kenarında Çadır Kent Kurulmasına Tepki: Taşkın ve Sel Riski Var”, Sputnik Türkiye, 17 Şubat, 2023, https://sputniknews.com.tr/20230217/tmmobdan-dicle-nehri-kenarinda-cadir-kent-kurulmasina-tepki-taskin-ve-sel-riski-var-1067166894.html
[10] “Amed Kent Atölyesi”, Başka Bir Atölye, 2019, https://www.baskabiratolye.com/amedkentatolyesi
[11] H. Lefebvre, Şehir Hakkı – II, Mekân ve Siyaset, Türkçesi: Metin Yetkin, İstanbul: Sel Yayıncılık, Haziran 2022 (Orijinal basım: 1974), s. 49.
[12] T. Gül Köksal, “Yerdeniz’den Yeryüzüne Başka Bir Dünyanın Tahayyülü”, En Uzak Sahilin Kıyısında Yeni Bir Yaşam Kurabilir miyiz?, Editör: Ali Yalçın Göymen, İstanbul: Habitus, 2021, s. 247-277.
[13] T. Gül Köksal, “İstanbul’un metalaştırılması, kent hakkının gaspı ve katılımcılık tahayyülü”, Evrensel Gazetesi İstanbul Kent Eki, 16 Ekim 2022. https://www.evrensel.net/haber/472319/istanbulun-metalastirilmasi-kent-hakkinin-gasbi-ve-katilimcilik-tahayyulu;
T. Gül Köksal ve Deniz Öztürk Deniz, “Mega Projeler ve İstanbul Dosyası”, Mimar.ist, sayı: 58, 2017, s. 31-75. http://www.mimarist.org/mimar-ist-sayi-58-kis-2017/
[14] “Hatay ve Antakya’yı Kültür Yolu’yla Bir Yılda İhya Edeceğiz”, Kültür Meclisi, 17 Şubat 2023, https://kulturmeclisi.com/hatay-ve-antakyayi-kultur-yoluyla-bir-yilda-ihya-edecegiz/
[15] “6 Şubat Depremi – Antakya Kültürel Mirasını Koruma Derneği Başkanı Kenan Yurttagül’ün Tanıklığı -Neden, neden, neden!”, Söyleşi Tuba Çameli, 1+1 Express, 18 Şubat 2023, https://birartibir.org/neden-neden-neden/
[16] T. Gül Köksal, “Akademisyen Yargılamaları; Gül Köksal’ın Beyanı”, Bianet, 12 Haziran 2019, https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/209299-gul-koksal-in-beyani
[17] “Onlarca Tarihi Yapı Depremlerde Hasar Gördü”, Kültür Meclisi, 17 Şubat 2023, https://kulturmeclisi.com/onlarca-tarihi-yapi-depremlerde-hasar-gordu/
[18] “UNESCO’dan Depremden Etkilenen Tarihi Yapılarla İlgili Açıklama”, Mezopotamya Ajansı, 7 Şubat 2023, http://mezopotamyaajansi35.com/tum-haberler/content/view/197062
[19] T. Gül Köksal, “UNESCO Toplantısı ve UNESCO Karşı Forumun Ardından”, Evrensel Gazetesi, 24 Temmuz 2016, https://www.evrensel.net/haber/285872/unesco-toplantisi-ve-unesco-karsi-forumun-ardindan; “UNESCO Karşı Forum’un Sonuç Bildirgesi”, https://www.birgun.net/haber/unesco-karsi-forum-un-sonuc-bildirgesi-123418
[20] ICOMOS Türkiye Web sayfası: http://www.icomos.org.tr
[21] Gölcük Mimari Miras kitabı, 2013, https://www.baskabiratolye.com/goelcuek-mimari-miras
[22] “Depremin Ardından Hatay’da 2. Gün, Armutlu’da Profesyonel Destek Yok, İçinde Yaşanabilecek Bina Kalmamış”, Evrensel Gazetesi, 7 Şubat 2023, https://www.evrensel.net/haber/481347/depremin-ardindan-hatayda-2-gun-armutluda-profesyonel-destek-yok-icinde-yasanabilecek-bina-kalmamis
[23] Örneğin; Deniz Mazlum, “Koruma Kuramının Mimari Rekonstrüksiyona Bakışı”, Mimarlık, sayı: 380, Kasım-Aralık 2014, http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=394&RecID=3525
[24] Örneğin; Zeynep Ahunbay, “Taksim Meydanı ve Topçu Kışlası’nın Yeniden Yapımı: Rekonstrüksiyon Tutkusu / “Hortlatılmak İstenen Yapılar”, Mimarlık, sayı: 364, Mart-Nisan 2012, http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=378&RecID=2898
[25] “Toplumsal Suç Ortaklığı, Acı ve Fena Bir Gerçekliktir”, Söyleşi Ayşegül Sönmez, Sanatatax, 16 Şubat, 2023, https://www.sanatatak.com/view/toplumsal-suc-ortakligi-aci-ve-fena-bir-gercekliktir
[26] “Antakya’da Depremi Sıva Çatlaklarıyla Atlatan Bina: Mimarı Emre Arolat, The Museum Hotel’i Anlattı”, Röportaj: Mustafa Ali Aykol, Serbestiyet, 14 Şubat 2023, https://serbestiyet.com/haberler/roportaj-antakyada-depremi-tek-bir-cami-kirilmadan-atlatan-bina-mimari-emre-arolat-the-museum-hoteli-anlatti-118676/
[27] “Mater Sordu, Yapıcı Yanıtladı. Müteahhitler Bu Çarpık Sistemin Sadece Tetikçileri ve Yiyicileri”, Bianet, 16 Şubat 2023, https://m.bianet.org/bianet/kent/274362-muteahhitler-bu-carpik-sistemin-sadece-tetikcileri-ve-yiyicileri
[28] “Mevcut Yapı Elde Etme Süreci ve Sorumlu Aktörler”, TSMD, 17 Şubat 2023, https://www.tsmd.org.tr/post/mevcut-yapı-elde-etme-süreci-ve-sorumlu-aktörler
[29] Alev Şahin tweet, https://twitter.com/alevsahin81/status/1625878703103148032?s=20
[30] “Toplumsal Suç Ortaklığı, Acı ve Fena Bir Gerçekliktir”, Söyleşi Ayşegül Sönmez, Sanatatax, 16 Şubat, 2023, https://www.sanatatak.com/view/toplumsal-suc-ortakligi-aci-ve-fena-bir-gercekliktir
[31] “Bu Suça Ortak Olmayacağız”, Barış İçin Akademisyenleri, https://barisicinakademisyenler.net/node/1
[32] “Başka Bir Dünya+Başka Bir Mimarlık”, Dosya 51, Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Kasım 2022, http://www.mimarlarodasiankara.org/dosya/dosya51.pdf
[33] Türk Tabipleri Birliği, 6 Şubat Depremi, Kriz Masası, https://www.ttb.org.tr/deprem/
[34] TMMOB Kahramanmaraş Depremi Güncel Durum Tespiti -2-, 14 Şubat 2023, http://www.tmmob.org.tr/icerik/tmmob-kahramanmaras-depremi-guncel-durum-tespiti-2-14-subat-2023
[35] “TMMOB’ye Bağlı Odalardan Ortak Açıklama: Deprem Bölgelerinde Her Türlü Müdahale Bilimi, Tekniği ve Meslek İlkelerini Gözeterek Yapılmalıdır”, TMMOB, 20 Şubat 2023, https://www.tmmob.org.tr/icerik/deprem-bolgelerinde-her-turlu-mudahale-bilimi-teknigi-ve-meslek-ilkelerini-gozeterek
[36] “TMMOB’ye Bağlı Odaların Üye Sayısı 660 Bin Oldu”, TMMOB, 26 Ocak 2023, http://www.tmmob.org.tr/icerik/tmmobye-bagli-odalarin-uye-sayisi-660-bin-oldu
[37] T. Gül Köksal, “Örgütlenme Sorunsalına Dair Güncel Tartışmalar”, Polen Dergi, sayı: 7, Temmuz 2022a, https://polenekoloji.org/wp-content/uploads/2022/07/plen-sayi-7.pdf
Ayrıca bu konuda daha ayrıntılı bir açılım için Rodrigo Nunes’in, Neither Vertical Nor Horizontal: A Theory of Political Organisation (Ne Düşey/Dikey Ne de Yatay: Bir Siyasi Örgütlenme Teorisi) isimli kitabına bakılabilir (Verso yayınları, Mayıs 2021).
[38] Hakkı Özdal, “Anadolu Katliamı”, Mavi Defter, 13 Şubat 2023, https://mavidefter.net/anadolu-katliami/
[39] Aslı Uluşahin, “Ortalık Toz Duman, Şimdi Kültür Politikalarının Sırası mı”, Kültür Meclisi, 12 Ocak 2023, https://kulturmeclisi.com/ortalik-toz-duman-simdi-kultur-politikalarinin-sirasi-mi/
[40] “Adıyaman’da Tarihi Ulu Cami’nin Sağlam Kalan Kısmına Kepçeyle Girdiler”, Yeniçağ, 15 Şubat 2023, https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ulu-caminin-saglam-kalan-kismina-kepceyle-girdiler-630037h.htm
[41] “Sermaye İle Yapılan Barış: İmar Affı”, TMMOB, Kasım 2018, http://www.tmmob.org.tr/sites/default/files/tmmob_imar_affi_raporu_2018.pdf
[42] T. Gül Köksal, “Türkiye’de Güncel Kentleşme Üzerine”, Heinrich Böll Stiftung, 28 Ocak 2020, https://tr.boell.org/tr/2020/01/28/turkiyede-guncel-kentlesme-uzerine, 2020.
Ayrıca Eleştirel Hukuk Çalışmaları ekibinin hazırladığı pod-cast serisinde imardaki bu sürecin güncel durumunu da tartışmıştık, bkz; “Gül Köksal’la Hukuka Eleştirel Bakış ve Kent Hakkı”, Eleştirel Hukuk Çalışmaları, 1 Aralık 2022, https://elestirelhukuk.com/podcast/gul-koksalla-hukuka-elestirel-bakis-ve-kent-hakki-uzerinde-konustuk/
[43] T. Gül Köksal, “Tarihi Dokuya Yaklaşımda Yeni Bir Tehdit: 5366 Sayılı Yasa”, Mimar.ist, sayı: 26, Kış 2007, http://www.mimarist.org/mimar-ist-sayi-26-kis-2007/
[44] Ilgın Özkaya Özlüer, “İmar Barışı Düzenlemesine Hukuki Bir Yaklaşım”, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt: 9, sayı: 2, 2018 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/582061
[45] “Fevzi Özlüer ile Eleştirel Hukuk ve Ekoloji”, Eleştirel Hukuk Çalışmaları, 26 Ocak 2023, https://elestirelhukuk.com/podcast/fevzi-ozluerle-elestirel-hukuk-ve-ekoloji-uzerine-konustuk/
[46] Fevzi Özlüer, “Sermaye Birikim Sürecinde Dönüşen Türk Yargı Sistemi”, Sosyal Araştırmalar Vakfı, 15 Ocak 2022, https://www.youtube.com/watch?v=6Hc1NEjcI60&t=881s
[47] T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2021, https://kizkulesi.com
[48] “Koruma, Dönüştürme ve Yıkma Kararlarında Bileşenler”, Yapı Dergisi, 22 Aralık 2022, https://yapidergisi.com/koruma-donusturme-ve-yikma-kararlarinda-bilesenler/
Bu yazı 22.02.2023 tarihinde KültürMeclisi sayfasında yayımlanmıştır.