Devletin, ekolojik kriz anlarında varlığının üretimi, yıkımı engellemek üzerine kurulu değil; yıkımın örgütlenme-sinde yeni iktisadi ve sosyal olanaklar yaratmak üzerine kurulu.
Fevzi Özlüer
Marmara Denizi’ni saran müsilaj (deniz salyası) 2021’de kamuoyunun etrafında dolandığı gül gibi bir ekolojik kriz başlığı haline gelmesinden çok önce, belki de 50 yıl önce, Akdeniz Havzası’nda yaşanan sanayi kirliğine karşı alınması gereken önemler hararetli tartışmalara neden olmuştu. Aradan geçen bunca yılda, biyolojik çeşitlilik kaybı ve iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılması bir güvenlik sorunu olarak da belirdi. Bu güvenlik sorunu, sadece canlı yaşamının devamı için bir sorun değil; aynı zamanda devletlerin beka stratejisi açısından da üzerinde hareket edilebilecek zeminlerden birisi haline geldi. Küresel ekolojik krizlere karşı alınacak tedbirlerin nasıl örgütleneceği; güvenlik sorununun nasıl anlaşıldığı kadar, bu sorunun hangi sınıfın ve hangi örgütlenme biçiminin lehine çözülmesinin hayati olduğuyla da ilgili olduğu ortaya çıktı.
Bir yandan bilim insanları, müsilajın yaygın bir halk sağlığı sorunu olarak, ülke ölçeğinde önü alınamaz salgın hastalıklara yol açabileceğinin altını çizerken; diğer yandan da Marmara Denizi’nin sınırlarını aşarak tüm bir Akdeniz ülkelerini kapsayacak bir salgından doğan hukuki ve ekonomik sorumluluklar gündeme getirildi. Tam da bu kriz anları her toplumsal sınıf için, kendi siyasal pratiklerini dayatmak için bir imkan olarak doğar. Marmara Denizi’nin büyük yok oluşuna karşı devletin ilk refleksi, bölgede küresel iklim değişikliği krizini derinleştiren termik santralleri, ağır sanayi ve altyapıları denetim altına almak veya bu kirliliği engellemek olmadı. “Kirliği yönetmek” kavramsallaştırması etrafında, müsilaj sürecini izleyecek sivil toplum, şirket ve kamu idarelerinden oluşan bir kurul oluşturuldu. Bir de eylem planı hazırlandı. Pek tabii, bu kirliliği yaratan yüzlerce sanayi kuruluşunun devlet tarafından izleneceği ilan edildi. Önümüzdeki 3 yıl içinde de Marmara Denizi’nin kirlilikten arındırılacağı Bakan tarafından vurgulandı. Aynı zaman zarfında, Marmara Denizi’ne Ergene Nehri’nin kirini taşıyacak derin deniz deşarj projesine çoktan izin verilmişti. Marmara Denizi etrafındaki termik santrallere yenilerinin eklenmesi için enerji arzındaki kriz gerekçe edilmişti. Denizi kuşatan tüm kara parçalarının emlak piyasalarının konusu haline gelmesi için hazırlanan çevre düzeni planları da yine Marmara Denizi’ni koruma sözü veren devlet tarafından kabul edilmişti. Hatta, ülkenin can simidi olacak olan Kanal İstanbul projesi için ihale üstüne ihaleye çıkılıyor; rezerv alan üstüne rezerv alan ilan ediliyordu. Devletin doğası, şirketlerle kurduğu ilişkide sermaye birikiminin önünü açmak ve şirketlerin güvenliği için doğanın kirletilme maliyetini görünmez kılmayı bir şekilde başarıyordu. Marmara Denizi’nde canlıların yaşamını tehdit eden müsilaj krizi, devlet tarafından “atık yönetimi” sorunu olarak ortaya konulunca, bu atığın giderimi pekala arıtma tesisleri ile mümkün olduğu ileri sürülebilirdi. Devlet böylece hem kirliliği organize ederken bir birikim imkanı yaratıyor, hem de kirliğe neden olan yatırımlara izin vererek (ÇED izni, imar planı vb.) birikim alanlarını da yeniden üretebiliyor. Bu nedenle de Türkiye’de sermaye sınıfının iktidara bağımlığı ile devletin sermayenin ihtiyacına yönelik doğası arasında muazzam bir uyum ortaya çıkıyor. Bu uyumun sürdürülebilirliği maalesef ki toplumun ve doğanın güvenliği ve metabolizmasının aleyhine işliyor.
Kapitalist Devletin Mottosu: Ölmediğimize Şükretmek
Tam da benzer bir deneyim 2021 yaz aylarında iklim krizine bağlı olarak etkisi artan Akdeniz orman yangınları ile yaşandı. Orman yangınları gibi yakın dönem afetler, müsilaj gibi toplumsal örgütlenme biçimimizin sonucu olarak ortaya çıktı. Bu nedenle de orman yangınlarına karşı da etkili çözüm, afet sorununun bir toplumsal ilişki olarak kavranması ve önleyici tedbirlerin alınması ve toplumsal örgütlenmelerin sorun karşısında aktör olmasıyla aşılabilir. Lakin, tüm bir kamuoyu orman yangınlarına karşı kullanılacak uçaklara kilitlendi. Toplum, üretim araçlarından olduğu gibi üretim araçlarını koruyan araçlardan da mahrum bırakıldığını gördü. Emekçi halk, kendi geleceğini korumak için gerekli kamusal kurumlara ulaşamaz olduğunu fark etti. Bir dernek olan, Türk Hava Kurumundan medet umar hale geldi. Orman yangınları, devletin ekolojik krizleri engellemeye yönelik hukuki yükümlülüklerinin aşındığını; diğer yandan ise; devletin, yangın gibi afetleri, bir ekonomik olanak haline getirme ve bu olanağı bölüştürme işlevinin arttığını gösterdi. Yangınlardan sonra, yanan alanların Kıyı Kanunu ve Orman Kanunu kapsamında orman sınırı dışına çıkarılmasına yönelik basınçlar bu nedenle karşılık buldu. Diğer yandan, yanan alanlarda imar uygulamaları bir devlet politikası olarak gündeme geldi. Neoliberal devletin kamu hizmeti yaklaşımı kendini daha derinden hissettirdi. Devletin, ekolojik kriz anlarında varlığının üretimi, tüm dünyada olduğu gibi yıkımı engellemek üzerine kurulu değil; yıkımın örgütlenmesinde yeni iktisadi ve sosyal olanaklar yaratmak üzerine kurulu. Bu yıkımın örgütlenmesi, hem mevcut siyasal iktidarın toplumu ve doğayı bir yok oluş eşiğinde yaşatmasını olanaklı kılıyor hem de yaşatılmanın yönetişimi sermaye için de büyük bir pazar yaratıyor. Kapitalist devletin mottosu: Ölmediğimize şükretmek.
Doğanın Devleti Emekçileri Göreve Çağırıyor
Üretimin toplumsal bir ilişki olarak değil de teknoloji transferi olarak gösterilmesine dayalı bu kapitalist devlet siyasetinde, yeşil mutabakat da bu krizle kıyamet arasına gerilen derin bir tülde emekçileri eleyecek nakış düzeneğini tedarik ediyor. İklim krizinin bir siyasal kriz biçimini aldığı günümüzde, doğanın devleti emekçileri göreve çağırıyor.