Sokak hayvanlarının rehabilite edilmesini, kısırlaştırılmalarını ve sokaklarında sağlıklı bir şekilde yaşamalarını sağlayamayan devletin bir sosyal devlet olmadığı açıktır.

Ilgın Özkaya Özlüer – Araştırma Görevlisi

Kamusal alan, merkezine günlük hayatın ortak mekânlarını alarak oluşan bir müştereği temsil eder. Bu müşterek, yaşamayı bedenin biyolojik varoluşunun ötesini taşıyan ortak bir varoluş halidir. Söz konusu ortaklık yalnızca mekânın çıplak varlığını ifade etmez; diyalektik bir oluş halini, mekanla canlılar, canlıyla canlılar ve canlılarla çevresi arasında kurarak adeta onun varlığını yaratır. Hukuk bu oluş halini farklı boyutlarıyla kavramsallaştırarak konu edinirken, bu kavramların hemen hepsinde sosyolojinin, antropolojinin, biyolojinin, ekolojinin, fiziğin, arkeolojinin tarihsel kökenlerini ve anlam kümelerini de içine alır. Çünkü hukuk, toplumsal hayatın düzenlenmesi işidir. Bu düzen, toplumsalın oluşmasına referans kökleriyle vardır ve hukuk, bu köklerden koparılıp soyutlaştırıldığında salt pozitif normlar yığını halini alır.

Kamu malları, kamu düzeni, kamu yararı gibi kavramlar hukukun, toplumsalı görmeden, kamusalı tanımadan kurup yönetmesinin yegâne yolunun zor kullanma gücü olduğunu ve bunun sürdürülemez bir yönetim aracı olduğunun kanıtı gibidir. Diğer yandan toplumsal olan, dönüşümü ve değişimi, kırılmaları ve yükselişleriyle bir devingenliği de ifade ettiğinden hukukun özellikle kamu düzeni ile ilişkisini gündelik yaşamın tarihselliğinde ve devingenliğinde kurması gereklidir. Sırf bu yüzden hukuk, egemenin politik hegemonyasını pekiştirirken, bu hegemonyanın muhatabı olan toplumsalı koruyan, kuran, yaşatan ve geliştiren yasaların da bütünüdür.

Düzen, salt pozitif hukukla kurulamaz; evleviyetle yaratılmaz. Bu nedenle, yaşayan toplumsallığın, egemenin egemenliğini kurduğu kurallarla yaşadığı en sert çatışmaların kazananı en başta egemenin zor kullanma gücüne dayanan ve iktidar araçlarına sahip “kural koyma gücü” gibi görünse de bu çatışmanın uzun vadeli kaybedeni egemenin iktidarı olacaktır. Çünkü toplumsalı oluşturan köklerini reddeden normlar, önce köklerini ve sonra da (kurutsa bile) kaynak suyundan yani toplumsal meşruiyetten mahrum olacağından, uzun vadede ölmeye mahkûmdur.

Egemenin, iktidar araçlarını sermayenin lehine ve onunla birlikte büyüyen bir güce dönüştürmesi ve Gargantua’nın bitmeyen açlığının sonsuzluğunda, hırsla tabağına emeği, doğayı, insanı ve hayvanı bir bütün olarak koyduğu sofraya dönüştürmesi yeni değildir. Fakat kapitalizmin işleyiş yasası, bu açlığın giderilemeyecek olmasına dayanmakla birlikte, genişleyen iktidar, öğütmek istediği yoksul, emekçi, kadın, hayvan, ağaç, mera, tarım alanı, dağ, zeytinlik, orman, kıyı, deniz azaldıkça da yöntemlerini sertleştirmektedir. Sindirmek için doğrudan yok etmeyi hedef alan araçlarını geliştirmektedir.

Bu noktada hukukun iki kavramından -kamu yararından ve kamu düzeninden– söz etmek, iktidar araçlarından en önemli ikisini vurgulamak için ağrılı yerleri işaret etmeyi kolaylaştırmaktadır. İktidar, merkezinde sermaye birikiminin yer aldığı yeni ilişkileri işletebileceği yeni bir toplumsalı inşa etmek için, tarihsel ve biyolojik geçmişin oluşturduğu “biri”, yani verili toplumsalı önce yıkmak zorundadır. Bu yıkım, bir dinamitlemeye benzetilebilir. Kültüründe ve gelenekselliğinde gelişen ve tarihselliği içinde tanıyıp bildiğimiz tüm kamusallığı parçalayarak tanınmaz hale getirmek, anıyı ve mirası yok etmek bu yıkımın ilk hedefidir. Çünkü geleceği yapmak için önce geçmişi yeniden yazmak, yeni toplumsalı iktidara bağımlı kılmak için gereklidir. İşte özellikle son 20 yıldır hukukun konusunun, önce insan doğa ilişkisini ve daha sonra dayanışmanın biraradılığının oluştuğu mekânların “birlerini” yok etmeye yönelmesi de bu yüzdendir.

Geç kentleşmenin ve kentlileşmenin bir sonucu oluşan kentsel yaşam pratiğinin müştereği, kent yaşamına adapte olmak, dahil olmak, kent yaşamının kendisi olmak için emek piyasasında yer edinmek zorunda kalan insan ihtiyaçlarıyla donatılırken, başka bir yandan da adaptasyonla varoluş mücadelesi arasında sıkışıp kalan ve bugünün kentlerini var eden diğer canlıları da kapsadı. Bu müşterek, bugünün kentsel kamusal hayatının “birlikteliğini” hayvanlarıyla birlikte kurdu. Buna rağmen, hayvanların egemenin elindeki kamusal kaynaklardan yararlandırılması için talepler ve mücadeleler, insan ve diğer hayvanlar arasında bir hiyerarşik “var olma” hakkı sıralaması içinde görmezden gelinerek dağıtıldı. Bu dağılımda özellikle sokağın canlıları, hayvanları, evsizleri, yoksulları, mültecileri bu hiyerarşinin görünmek istenmeyen altlarına itildi. Söz konusu olan devletin zor kullanma gücü olunca ise, bu hiyerarşinin tersine döndürüldüğünü biliyor, görüyor, yaşıyoruz. Bu nedenle sokak bir “dayanışma ve direniş” alanıdır. Hayatta kalmak için, sosyal yardımlardan mahrum kalanlar için yardımlaşmayı; zor kullanma gücü karşısında ise biraradalığı kuran bir direnişin mekânıdır. Kamusal mekânın dinamiği bu sarkaçta akar. İktidar ise bu sarkacın birliğini de parçalayarak mekânı, kenti, sokağı mutenalaştırma gerekçesiyle bu yatay “direniş ve yardımlaşma” uzamını, canlısız dikey ilişkilere açarak evcilleştirir.

Oikos (ekoloji), yaşanılan yeri ifade ederken bir aidiyet kümesini, mülkiyet ilişkilerinden bağımsız, bulunulan yerle kurulan ilişkileri içeren bir evi anlatır. Mekânın öznelere ve öznelerin de mekâna aidiyetiyle işleyen bir düzene çevirir. Sokağın düzeni, kamu düzeni, sokağın ekosisteminden köklenir. Tüm bu kamusallığın sonucu evicilleşmeyen evsizlerin evi, sokağın ekosistemidir.

Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait mallar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır, Anayasa hükmü gereği hüküm ve tasarrufu altındaki yolları, sokakları, köprüleri, meraları, kışlakları, ormanları koruma ve yaşatma yükümlülüğü altındadır. Hüküm ve tasarruf yetkisi, kullanma ve yararlanmayı içerirken, yok etme yetkisini içermez. Bu yetki, aynı zamanda sahipsiz şeyler için de geçerlidir. Diğer bir deyişle, sahipsizlerin bir güvencesi de özel mülkiyet rejiminin yok etme gücü karşısında devletin hüküm ve tasarrufunda olup korunmaktır.

Anayasaya göre, sokağın ekosistemi, özel mülkiyet rejiminin yok etme gücüne karşı devlet koruması ve kontrolünde korumaya alınmıştır. Yaşadığımız coğrafyada insanın hayvanlarla ve özellikle de köpek ve kedilerle kurduğu ilişkinin tarihselliği bir yana, bu tarihsellikle şekillenen günümüz kentlerinin evsiz hayvanlarıyla yaşayan sokak ekosistemi kamusal düzeninin bir parçasıdır ve bu düzenin koruyucusu ve yaşatıcısı Anayasaya göre devlet olmak zorundadır.

Bu nedenle, sokak hayvanlarının rehabilite edilmesini, kısırlaştırılmalarını ve sokaklarında sağlıklı bir şekilde yaşamalarını sağlayamayan devletin bir sosyal devlet olmadığı açıktır. Diğer yandan, bu yaşam koşullarını tesis edip koruyamadığı için sokakları önce içindekilerini öldürerek ortadan kaldıran iktidarın devletin hüküm ve tasarrufu altındakilere yönelen ortadan kaldırma hedefi, devletin varoluşunun temellerinde yer alan koruma-yaşatma görev ve sorumluluğuna yönelerek onu temelleriyle sarsan bir hedef olabilir. Bu nedenle kamuoyunun güçlü bir direnişle karşı çıktığı Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılması hakkındaki yasa teklifinin (iktidarın meclis komisyon çalışmalarına kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını ve hayvanları koruma amaçlı sivil toplum örgüt temsilcilerini dahil etmeden) çıktığı yol kanunlaşarak sonlandı; ancak sokak hayvanlarını öldürerek ortadan kaldırmayı hedefleyen bu kanunda olumlu oy kullanan vekillerin, müştereklerin kurduğu dayanışma ve direniş düzleminde ve anayasal bir güçle, o meclis koltuklarında bir kez daha oturmalarına da engel olacağı çok açık.

Bu yazı 04.08.2024 tarihinde BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Kategoriler