Menderes’in İstanbul başta olmak üzere ülke çapında başlattığı büyük imar hareketi, devletten büyük taahhüt işleri alan partiye yakın bir müteahhit grubu yarattı.
Prof. Dr. Hatice Kurtuluş
“Kaynayan Kurbağa” mecazı bize kaynar suya atıldığında zıplayıp kurtulabilecek bir kurbağanın soğuk suya atıldığında yavaş yavaş ısınan suyun farkına varamayıp kaynayarak ölümünü anlatır. Uzun zamandır o soğuk suyun içindeyiz millet olarak. Bazılarımız suyun kaynadığını fark edip bağırıp çağırsa, sonunda hepimiz öleceğiz, ölmezsek yakınlarımızı kaybedeceğiz, yuvalarımız yıkılacak, bütün biriktirdiğimiz maddi, manevi değerlerimiz yok olacak, ortak kültür mirasımızın taşıyıcısı olan kentlerimiz, kimliğimizin aidiyetimizin bir parçası olan doğamız yok olacak, göç etmek zorunda kalacağız dese de pek duyulmadı sesleri.
Duyanların bir kısmı da “bize bir şey olmaz”, “kaderde ölüm varsa her yerde bizi bulur” ya da “başka çarem yok ki” diyerek kaynamadan önce o soğuk suyun içinden zıplayıp çıkmadı, çıkamadı. Bizim kadere böylesi teslim olmamızın, suyun kaynadığını söyleyenleri “kronik itirazcılar” olarak duymazdan gelmemizin ya da suyun kaynadığını fark etmemize rağmen zıplayacak gücümüzün olmayışının, çaresizliğimizin yapısal nedenleri var. Bunları analiz etmeden sadece son 20 yılın AKP iktidarına ve onun otoriter liderliğine bütün suçu yüklemek, bu felaketin ve kent-kırımın gerçekleştiği kalkınma-büyüme modelini tek başına neoliberal kentleşme politikalarıyla açıklamak çok kolay olurdu. İzlediğim kadarıyla tartışma gerek siyasette gerek akademide gerekse medyada bu minvalde gidiyor. Ama öyle değil. Bizim bu kentleşme modeli ile aldığımız yaralar Erdoğan’dan önce de (hatta Özal’dan önce de) vardı, onunla kangrene dönüştü. Şimdi bu otoriter liderin ve partisinin iktidarı kaybetmesi artık bütün vücudumuza yayılmış bu kangrenden öyle kolayca kurtulmamızı sağlamaya yetmeyecek. Öyle olursa gerçekten mucize olur. Öncelikle bunu kabul etmek gerekiyor.
Çünkü zamanla kangrene dönen bu sorunun kökeni ulus devletin kuruluşunda benimsediği kapitalist sisteme eksik sermaye birikimi ile katılmasına kadar gidiyor. Savaştan çıkmış genç ulus devlet mali açıdan boşalmış hazinesine gelir sağlamak ve eksik sermaye birikimi sorununu aşmak üzere elindeki neredeyse tek kaynak olan zengin arazi varlığını serbest girişimciye sunuyor ve inşaat yatırımlarını destekleyici kararlar alıyor. 1923 İzmir İktisat Kongrenin kararlarıyla da uyumlu biçimde imar faaliyetlerini artırmak, yerli ve yabancı özel teşebbüsü özendirmek amacıyla Türkiye’de bina inşaatını üstlenen şirket ve müteşebbislere kolaylık sağlayacak düzenlemeler yapılıyor. Örneğin konut yapanlar emlak vergisinden ve ithal edecekleri yapı malzemeleri için gümrük vergisinden muaf tutuluyor. Daha da önemlisi kentsel ve kırsal araziyi kentsel arsaya dönüştüren “imar kararları” ve altyapı yatırımlarıyla müteşebbisin önündeki engeller kamu otoritesi eliyle kaldırılıyor.
Bu ihtiyaç değil birikim odaklı bina üretimine dönemin önemli mimarları itiraz ediyor. Örneğin 1931 yılında, kendisi de mimar olan İstanbul Belediyesi Mimari Şubesi Müdürü Servet Bey Mimar Dergisinde şöyle yazıyor: “… bir şehirde apartıman ihtiyacı iki sebepten münbaistir (doğar). Birincisi nüfusun artması ve bu suretle mesken buhranının hasıl olması, ikincisi de o şehirde boş veya ucuz arsa bulunmamasıdır. Halbuki İstanbul için iki sebep de mevcut olmadığı gibi vaziyet berakistir (aksinedir); çünkü İstanbul’un sahası nüfusuna nazaran çok vasi olmakla beraber imara muhtaç ve harabe halinde duran ve şehir merkezine karip (tenha, ıssız, ürkütücü) bulunan geniş yangın yerleri vardır. Aynı zamanda şehrin yerli nüfusu on sene evvelki nüfusuna nazaran asgarî iki yüz bin kişi azalmış yani takriben nüfusu umumisinin rub’unu kaybetmiştir. Binaenaleyh anlaşılıyor ki hali tabiinin fevkinde bir apartıman silsilesinin inşasına bir sebebi mücbir yoktur” (Mimar, 1931, 1, 7).
Bu inşaat faaliyetinin körüklediği arazi spekülasyonunu ise Ankara’nın imarına tanıklık etmiş Falih Rıfkı Atay şöyle anlatıyor: “… Ankara Belediyesinin emrine verilmek üzere, Yenişehir tarafında, geniş topraklar aldığımız vakit kanuna bir küçük madde koymayı unutmuştuk: “Ankara Emval-i metrukesi ve hazine toprakları, Ankara İmar Sandığına sermaye olarak ayrılacaktır.” Çünkü hemen spekülâsyona dalmıştık. Herkes saklayıp ileride satmak üzere arsa edinmek hırsına kapılmıştı” (Çankaya, 2021).
Başlangıçta eksik sermaye birikimini aşabilmenin ve ulus devletin modern mekânsal inşasını finanse edebilmenin bir aracı olarak kullanılan imar ve inşaat faaliyetinin zamanla yarattığı kentsel çıkar koalisyonları nedeniyle Türkiye’nin hiçbir zaman bir “kentleşme politikası” olamadı. Ama onun yerine birikimin kaynağı olarak inşaatın/betonun kutsandığı bir kentleşme modeli oldu. Bu modelde toplumsal sınıflar farklı biçimlerde ve farklı büyüklüklerde paylar alarak onu daha da dayanıklı hale getirdi. Ulus’un iktisadi, mekânsal ve sosyal inşa dönemi olarak tanımlanabilecek 1920’lerden II. Dünya Savaşına kadar olan dönemde kentsel ve kırsal arazilerin imar düzenlemeleriyle ve teşviklerle serbest piyasaya sunulmasının ileride neden olacağı olumsuzlukların boyutları ve bunun birikim odaklı bir kentleşme modeli olarak yapısal hale gelebileceği hesaba katılmadı. Bu dönemde Avrupa’da eğitim almış ve planlı kentleşme konusunda bilgi sahibi olan sınırlı sayıda Türk mimarın itirazına, II. Dünya Savaşı yıllarında Nazilerden kaçarak Türkiye’ye sığınmış Alman ve Avusturyalı mimar ve sosyal bilimciler de çeşitli eleştiri ve önerilerle katıldılar. Bir kentleşme politikasının gereğinden bahsettiler. Ama bu defa da savaş yıllarında yaşanan ekonomik kriz ve tasarruf önlemleri yine kamu mallarının ve arazilerinin satışı yoluyla aşılmaya çalışıldı. Üstelik savaş yıllarında yükselen karaborsadan elde ettikleri sıcak parayla, savaş ekonomisi nedeniyle ucuzlamış arazileri toplayan spekülatörlerin elinde geniş bir arazi stoku oluştu. Savaş sonrasında iktidara gelen Demokrat Partili siyasetçiler ile ellerinde yok pahasına kapattıkları araziler bulunan bu spekülatörler arasında kurulan “kentsel çıkar koalisyonu” ile açık bir inşaat-siyaset ilişkisi doğdu. Bu süreçte ulus devletin kuruluşundan itibaren hızlanan kapitalist sermaye birikiminde siyasi iktidarlarla kurulan ilişkiler sermaye birikiminde ve birikimin niteliğinin belirlenmesinde en kritik faktörlerden biri oldu.
Menderes’in İstanbul başta olmak üzere ülke çapında başlattığı büyük imar hareketi, devletten büyük taahhüt işleri alan partiye yakın bir müteahhit grubu yarattı. Bu dönemde yapılan liman, hastane, okul gibi kamusal binalar ve altyapı yatırımları gibi büyük ölçekli kamu yatırımları Marshall Yardımı ve Dünya Bankası’ndan alınan borçlarla finanse edilirken, kent planlama ilkelerine aykırı imar kararları ile arazi sahiplerinin ucuza kapattıkları araziler yüksek bedellerle kentsel arsaya dönüştü. Menderes dönemi inşaattan gelen birikim kentleri birer şantiyeye dönüştürdü ve kırsal alanlarda geçim imkânları giderek azalan küçük köylü için büyük bir emek pazarı oluşturdu. Ancak bu birikim odaklı kentleşme modelinde kırlardan kentlere gelen emekçi göçmenlerin konut ihtiyacına yönelik bir sosyal konut politikasına yer yoktu. Çünkü birikim odaklı kentleşme modeli kentsel arazide neredeyse bütün imar düzenlemelerinde birikimi esas aldı. Dolayısıyla yoksullar kentin imara açılmamış, altyapısı olmayan, o dönem birikim alanının dışında kalan hazine arazilerine devlete hiçbir mali yükleri olmadan yerleştiler 1980’lere gelindiğinde metropoliten alanlardaki konut stokunun neredeyse yüzde 70’ini oluşturan bu gecekondu mahalleleri de dayanıklı bir kentleşme politikası yokluğunda yapısal hale gelen bu birikime dayalı kentleşme modelinin bir sonucuydu.
Bu birikim odaklı kentleşme modeli DP iktidarına has bir model olarak kalmadı ne yazık ki. 1960’lar ve 1970’ler boyunca AP ve CHP iktidarlarında ve koalisyon dönemlerinde inşaat-siyaset ilişkisi güçlü bir biçimde sürdü. Siyasetin finansmanını “imar kayırmacılığı” ile sağlamak, seçimde alınacak oyu imar vaadiyle satın almak da yapısal hale geldi. Buna karşı çıkan siyasetçilerin siyasetteki ömürleri çok uzun olmadı. 1973-77 döneminin CHP’li halkçı belediye başkanlarının aldıkları yüksek oya rağmen 1977 yerel seçimlerinde tekrar aday gösterilmemeleri belki de onların bu kentleşme modelinden uzaklaşmak ve demokratik bir kentsel politikayı inşa etmek konusunda bir irade ortaya koymalarıyla ilişkilidir.
1980 Askerî Darbesinden sonra ise Türkiye’de zaten yapısal hale gelmiş olan birikim odaklı kentleşme modeli, ANAP iktidarının ithal ettiği yeni liberal birikim rejimiyle birlikte radikal yasal düzenlemelerle bir kentleşme politikasına dönüştü. AKP iktidarıyla birlikte bu politika gaz pedalına sonuna kadar basılmış, önüne çıkan her şeyi ezerek bir duvara doğru ilerleyen otomobil gibi o duvara çarptı. Duvar yıkıldı. Enkazının altında 10 binlerce can, yok olmuş kentler kaldı. Şimdi bu ulusal travma ile geride kalan bizler, içinde bulunduğumuz suyun yavaş yavaş ısındığını hâlâ fark etmeyecek miyiz? Esas olan iktidarın el değiştirmesi değil, bu kentleşme politikasını değiştirme iradesine, gücüne sahip demokratik bir yönetimin inşası.
Bu yazı 05.03.2023 tarihinde BirGün Pazar’da yayımlanmıştır.