Depremle yaşanan yıkımın ardından hiç vakit kaybetmeden gene bir fevkaladeliktir dolaşmaya başladı devletlilerin ağzında: en az duble yollar, dev havalimanları-kanallar-köprüler, grand grand rezidanslar, deprem vergisi diye her lokmamızdan çalınan fevkalade vergiler, ortak zenginlikten çalıntı servetlere servet katan fevkalade yolsuzluklar, kamu bütçesiyle habire sınır ötesine düzenlenen fallik adlandırmalı operasyonlar, 2B torba yasası ve imar affı gibi fevkalade ekokırım projeleri, dev kalkınma için dev yatırım adı altında global ve yerel şirketlere açılan talan ihaleleri, kurumlara haksız yerleştirmeler için açılan “istisnai kadrolar,” halkın sırtına yüklenen hiperenflasyonlar kadar fevkalade, hatta fevkaladenin de fevkinde bir felaket olduğunu söylüyorlar her yanda. Ölümden el alarak sürdürdükleri krizli, krizsever sermaye ve egemenlik düzeninin ezbere kelimelerini tekrarlayan tınmaz yeknesak ses tonları ancak fevkaladelik ve olağanüstülüğe vurgu yaparken yükseliyor. Hiçbir ortak duyu ve vicdan emaresi okunmayan solgun suratları bu anlarda nefretle allanıp buruşuyor, ceketlerinin içinde boşalmış bir kabuk gibi duran grotesk gövdeleri bu retoriğe ait kelime öbeklerini seslerken bir canlılık efektiyle dikeliyor. Cumhurbaşkanı depremin hemen ardından yaptığı konuşmada, aynı oturttuğu dev saray külliyesi gibi “dünyada örneği olmayan,” “istisnai yer hareketleri”nden bahsederken, bir yandan da devletin fevkalade organizasyonsuzluğuna, bu zulme şahitlik edenleri “sosyal kaos çıkarmaya tevessül etmekle” suçlamayı ihmal etmeden 10 ilde “genel hayata etkili” “fevkalade tedbirler” adı altında olağanüstü hal ilan ediyor.

Neoliberal sermaye devletinin mitsel, masalsı, teolojik, mistik olağanüstülük retoriği içinde yer bulan Arapça fevkalade sözcüğü “adet olanın üstünde” [fawḳa’l-ˁāda(t)], alışılmışın dışında, olağanüstü, sıradışı anlamına gelse de, fevkalade sıfatı devletli politikacıların ağzında, Süleyman Demirel’in tonlamasından miras bir olağanlık, kayıtsızlık ve yavanlıkla yer bulur çoğu zaman. Şahsi/kabilevi çıkar ve kâr dışındaki her şeye karşı heyecanını yitirmiş devletliler hemen her durum için tınmaz bir edayla “fevkalade” sıfatını kullanabilir. Olağan durumdan beklenmedik, öngörülemez, dolayısıyla müdahalesi mümkün olmayan bir sapmayı; akla kalbe sığmayan, bunlarla açıklanamaz meşum bir rastlantısallığı zorunlu, kaçınılmaz ve tabii gösterir “fevkaladelik” devletin yalan dilinde. Aynı ölçüde de, Doğaya veya Tanrıya atfedilebilecek karşı konulmaz bir mutlak mevcudiyeti, mutlak kudreti devlet egemenliği adına çağıran/çağrıştıran bir söz oyunu içinde çeşitlenir. Piyasanın reklam, pazarlama, medya dilinin ve estetiğinin fevkalade olağanlaşmış sansasyonel hiperenflasyonuyla orkestral bir uyum içindedir. Modern devletin kendisi kadar eski olan bu retoriğin yaratılan veya başa gelen olağanüstü bir durumu piyasa lehine olağan ve normal, dolayısıyla kanıksanması mümkün gösterirken, sermayeyle eşgüdümlü devlete Tanrı’dan ve Doğadan devralınmış olağanüstü egemen yetkiler tanımak gibi ikili bir işlevi olmuştur.

Deprem vesilesiyle devreye sokulan olağanüstülük retoriği ise bir yandan, yaşanan afetin, dahası ölümlerin sözümona toplumsallıkla ilişkisi olmayan gayri-politik “doğallığını” veya “ilahiliğini,” doğadan yahut Allah’tan geldiğini vurguluyor. Diğer yandan deprem gibi doğa olaylarını “fevkalade istisnai vs” bir felakete dönüştürerek (zira deprem tek başına bir felaket değildir) ölümü normlaştıran sermaye ve rant örgütlenmesini de doğallaştırmaya, kaderleştirmeye, ilahlaştırmaya hizmet ediyor. Doğanın veya Tanrının gizemli müdahalesine gönderme yapan bu söylem egemen devlet şiddetini olduğu kadar o şiddetin hizmetinde olduğu piyasanın gizli elini, canlılığı hiçe sayan paçoz sermaye ilişkilerini doğallaştırarak görünmez ve meşru kılıyor, sözde. Sermayenin ölümü hayatın geneline yayan yapısal insani ve ekolojik krizini Doğaya veya Allah’a isnat edip toplumsal sorumluluğu sırtından atan devlet, “olağanüstülüğe karar verme” yetkisiyle Doğa’dan veya Allah’tan rol çalarak egemenlik illüzyonuna sarılıyor, onu perçinliyor yine, öteden beri olduğu gibi. Ve nihayet gemi azıya almış piyasa kanununu kerameti kendinden menkul, sorgulanamaz bir Tanrı yasası mertebesine taşıyor. Büyüsü çoktan bozulmuş bu egemenlik/üstünlük illüzyonu hamlesiyle devlet sadece Doğanın veya Tanrının insani iradeyi aşan gücünü halklar aleyhine devralıp bunlara eş veya şirk koşmakla kalmıyor, doğayı/canlılığı talan etme ve tanrısallığı/maneviyatı yorumlama tekelini de ele geçiriyor.

Toplumsal sorumluluktan, hesap vermekten kaçtığı ölçüde, “devinmeyen devindirici” ve müntekim yarı-tanrı efektiyle ekranlardan yansıyan “büyük reis” imajının ardında ise, imar affının reklamı için şehir şehir dolaşırken şimdi koruma ordusu olmadan halk içine çıkmayı göze alamayacak kadar halktan, hakikatten, hilkatten korkan bir piyasa sözcüsü var. Halklar, kültürler ve içinde boy attıkları canlı doğa için ölümün olağanlığı ile devletli piyasanın hayat ve ölüm üzerindeki olağanüstü yetkilerini bir arada ören bu olağanüstülük retoriği de yine öteden beri olduğu gibi, rejimin gayri-mistik somut kaynağı halkın (demos) gücünden duyduğu derin korkuyu (ister doğaya ister tanrıya atıfta bulunsun her durumda) mistik bir korku olarak halka geri yansıtma işlevi görüyor. En azından “plan” bu: Kitleden duyulan korkuyu kitleye geri yansıtmak. Böylece doğanın başına buyrukluğunun dine tercümesi olan kaderin mistik çağrışımları, serbest piyasa ekonomisi denen felaketin açık seçik somut nedenselliğini ve devletin bu felaketteki sorumluluğunu bulandırır şekilde devreye sokuluyor. Halk (demokrasi) korkusu karşısında, “kader” sözcüğü halen devlet nezdinde siyaseten bir yönetebilirlik, yönetim ehliyeti varmış gibi yapma iddiasının dışavurumu olan “plan” sözcüğüyle ironik bir birleşime giriyor, ki bu da yeni değil.

Erdoğan’ın Pazarcık’ta bir depremzedeye söylediği sözlerle -“bunlar kader planı içerisinde olan şeylerdir”- tekrar dolaşıma giren “kader planı” lafı sadece ironik bir oksimoron ya da halka yönelik utanmazca bir dil çıkarma değildir. Piyasa güdümlü devlet yasasıyla ufku sınırlandırılmış bir hayat ile ölümün karşılıklı işletildiği bilinçli bir neoliberal ölüm ve “felaket siyasetinin” (Naomi Klein) düz ve açık ifadesidir. “Kader planı” devletin halk ve ortak refah adına yönet(e)miyor oluşunu imlediği kadar, yönetme ve planlama derdinde olduğu yegâne şeyin sermaye piyasası olduğunu açık ediyor.

17 Mayıs 2010’da 30 madencinin öldüğü Zonguldak, Karadon maden katliamında, korumaları halkı tartakladığı sırada başbakan sıfatıyla ettiği şu sözler akla geliyor:

…Grizu gazı maalesef madenlerin tabii bir parçasıdır. Grizu patlamalarını yüzde yüz önlemek mümkün değildir. Dünyanın birçok yerinde bu ne yazık ki bu işin kaderidir. Bunu sağa sola çekmek isteyen çeşitli köşe yazarlarına da hatırlatmak istiyorum. Bu işin kaderidir diyorum. Bunu sağa sola çekmeye de kimsenin ne fikri ne düşünce derinliği yetmez. Niye yetmez? Senin kadere imanınyoksa ben seninle tartışacak değilim. Benim söylediğim mesele başka. Bu olayın fıtratında, kaderinde bu var.[i]

Erdoğan yine başbakanken 13 Mayıs 2014’te 301 işçinin göz göre göre ölümüyle sonuçlanan Soma maden katliamının ardından, bu defa özel kalem müdür Yusuf Yerkel madencileri tekmelediği sırada şöyle diyor:

Arkadaşlar yani biz bir defa bu tür ocaklarında, kömür ocaklarında bu olanları, lütfen buralarda bu olaylar hiç olmaz diye yorumlamayalım. Bunlar olağanşeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok. Tabi işin boyutunun bu kadar fazla olması bizi derinden yaralamıştır.[ii]

14 Ekim 2022’de Bartın, Amasra’da 42 işçinin ölümüyle sonuçlanan maden katliamının ardından konuşurken artık “kader planı” formülasyonunu bulmuş:

Birileri bununla dalgasını geçebilir ama önemli değil, biz kader planına inanmış insanlarız. Kader planına inandığımız için bunun ne dünü bugünü ne de yarını olmayacaktır bunlar her zaman olacaktır bunu da bilmemiz lazım.[iii]

Cumhurbaşkanı doğaya ve canlılığa hürmetsiz, bariz bir sermaye-devlet nedenselliğinin insanların ölümüne yol açtığı her “olağanüstü” bağlamda yıllardır kadere, fıtrata gönderme yaparak, ortak yaşam kaynakları çalınan, doğası, toprağı suyu, kültürü talan edilen halklar için ölümün “olağanlığını,” “tabiiliğini,” “mukadderliğini” ilan ediyor, piyasaya feda edilesi hayatların “tek kullanımlık” (Vandana Shiva) mahiyetini tanrı-piyasa resulü olarak iletiyor. Sadece attığı imzalar değil, ağzından dökülen her söz de ilmek ilmek bu ölüm (felaket, kriz, olağanüstülük, kader, artık ne derseniz) siyasetini işlemeye adanmış.

***

Türkiye’de daha çok, kırk yıldır süregiden anti-terör politikalarından tanışık olduğumuz bir şey olağanüstü hal ve olağanüstülük retoriği. 11 Eylül 2001 sonrası anti-terör ve güvenlik söylemiyle şiddetlenen olağanüstü egemenlik stratejilerini bir yandan meşrulaştırırken, bir yandan da demokratik örgütlenmeleri, kazanılmış hakları dağıtıp hayatın her alanında neoliberal bir rasyonaliteyi dayatan (Wendy Brown) bir ölüm ekonomi-politiği hayata yön veriyor. Kitlesel şiddet ve ölüm küresel bir vasat ve seyirlik halini almış durumda. Saldırı ve infaz görüntülerini propaganda malzemesi olarak kullanan cihatçı terör örgütlerinin saçtığı ölüm tehdidinin sansasyonelliği, dikkatleri neoliberal devletlerin şirketler lehine yaptığı ekolojik-ekonomik talandan ve demokratik alan üzerindeki yıkıcı operasyonlardan uzaklaştırırken, “egemenliğin vaat ettiği koruma, kapsama ve bütünleşme güçlerine duyulan isteği” geri çağırıyor (Wendy Brown). Terörist figürünün yanısıra bilumum ötekilik figürü vasıtasıyla sadece modern Batı’nın değil, Türkiye gibi “gelişmekte olan” toplumların bilinçdışındaki mistik “doğa durumu” korkusu, kitleden ödü kopan siyasal egemenin ve kapitalist piyasanın artan teolojik efektine hizmet eder şekilde ayrımcı söylemlerle seferber ediliyor.

Devletin teoride en önemli varlık gerekçesi olan güvenlik sadece yerine getirilmemekle kalmıyor, terör veya afet kaynaklı kitlesel güvensizlik ve kitlesel ölüm (tehdidi) bizatihi işlevselleştiriliyor.10 Ekim 2015’te, erken genel seçimlerden 20 gün önce Emek, Barış ve Demokrasi Mitingini hedef alan saldırıdan sonra dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun neoliberal devlet aklıyla başvurduğu “kokteyl terör terörü” lafını hatırlayalım: “Terör örgütleri arasında işbirliği yapıldı […] Türkiye’de bir kokteyl terör terörü diyorum buna, hepsini karıştırarak bu işe kalkışıyor.”[iv] Ve cumhurbaşkanının şu sözleri: “Şurada, garın önünde yaşanan olay, terörün nasıl kolektif uygulandığını gösteren bir olaydır.” O gün 102 kişinin ölümünden ve 500’den fazla insanın yaralanmasından sorumlu olan (cihatçı örgütlere açıktan destek veren) seçimleri kaybetme telaşındaki neoliberal bir hükümetin sivil demokrasi güçlerine yapılan planlı saldırının açık seçik nedenselliğini kolektif ölümün ve ölüm tehdidinin, “kör terörizmin” (Fethi Benslama) kaynağı sözümona belirsiz, ayrımsız şiddetiyle mistikleştirme, böylece “siyasal egemenliğin teolojik boyutlarını geri çağırma” (Wendy Brown) hamlesiydi bu da. Davutoğlu katliamdan yalnız 9 gün sonra A Haber Kanalında, oylarında “terör saldırısı sonrası %43-44 bandına doğru bir yükselme trendinin devam ettiğini” gayet seküler ve net bir ifadeyle itiraf etmişti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan aynı neoliberal devlet mantığını, 300’den fazla kişinin öldürüldüğü 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında “bu çıkış, bu hareket Allah’ın bize büyük bir lütfudur” sözleriyle daha dini bir söylemle kaplayarak tekrarlıyordu.[v] Devlet Bahçeli dün Maraş’ta “bu büyük felaket[in], mucizelerle anlam (?) kılınmış, içinde sır olan bir olay gibi” olduğunu yankılarken yine “cenab-ı Allah’ın [yani yüce piyasa-devlet yasasının -ç.n.] büyük lütfuyla [felaket sonrası yeniden inşa ve yatırım fırsatlarıyla -ç.n.] bu felaketi aşacaklarını [bu fırsatı sermaye lehine kullanacaklarını -ç.n.],” kitleler için ölümün ve ölümüne çalışmanın normal olduğu “eski normal hayatlarına” döneceklerini söylüyor.[vi]

Ne zaman ne yapacağı belli olmaz bir kader tanrıçası gibi hayat üzerinde ayrımsızca hüküm süren anonimleşmiş, keyfi, kokteylleşmişkitlesel ölüm tehdidine dayanan olağanüstülük söylemi, darbe (girişimi), komplo, terör saldırısı, “doğal” afet vb. fevkalade istisnai durumlarda siyasal egemenlerin toplumsal hayatı çekip çevirmek için öteden beri başvurduğu bir “doğa durumu” simülasyonudur. Ve kitlenin bilinçdışı, uygarlık-öncesi/dışı/üstü vs. korkularını ve güvenlik arzusunu geri çağırarak siyasal egemene bir doğa olayı, bir kader tanrıçası, bir yapay tanrı, bir yapay canavar gibi hayata hükmetme esnekliği tanır, ki neoliberal devlet için “Allah’ın lütfudur” bu. Demokrasi güçlerinin devlet destekli terör ve kitlesel ölümle bertaraf edilmeye çalışıldığı bir küresel uğrakta, allahı para, dini piyasa olan hükümetlerin egemen olağanüstülük esprisiyle yeni bir siyasal gövde ve mitsellik yaratma teşebbüsüdür bu. 11 Eylül saldırısının arkasındaki İncil atıflı “Şer Üçgeni”nin ya da “Kötülük Ekseni”nin [bkz. “fesat sırrı”][vii] Tanrı’nın mucizesi olmasından işlevsel olarak farkı yoktur. Egemenliğin teolojik kökenlerini geri çağırarak her tür demokratik hamleyi şeytanileştirirken piyasayı tanrı-doğalaştırmaya hizmet eden bu aptal(laştırıcı) numara elbette yeni değildir.

Halkların gücünden, demokrasiden, her durumda arkasında yönetilemez bakiyeler bırakan kitleden ölesiye korkanlar, depremin hemen ardından gene ve hep mülkiyeti kutsallaştıran ırkçı ve ayrımcı yağma söylemleriyle “insanın insanın kurdu olduğu” bir “doğa durumu” efekti yaratarak halkları kendi kendisinden korkutmaya, depremi de bir milli güvenlik meselesi haline getirmeye çalışıyor. Böylece devletin pratikte elinde kalmış son varlık gerekçesi olan güvenlik söylemini mutlak egemenlik büyüsüyle seferber ediyor. Kâr amaçlı iş piyasasını bir dakika olsun durdurup seferberlik ilan etmeyi, yahut son bir haysiyet jestiyle istifa etmeyi aklından bile geçirmeyen bir neoliberal hükümetin ilan ettiği olağanüstü hali nefret, korku ve gazapla karışık terör/dehşet duygulanımlarıyla besleyebilsin, şu koca hayatı sermaye devletinin doğa-tanrı gibi hükmedebileceği “kader planına” indirgeyebilsin diye. Devletin yapısal işlevsizliğinden, yönetme beceriksizliğinden bahsediliyor ama zarını çoktandır sermayeden ve ölümden yana atmış (neo)liberal devletin yönetim(sellik) stratejisinin adıdır bu: kader planı.

Söylenecek, haykıracak çok şey var, çoğu yıllardır sayısız kez söylendi, tartışıldı, yapıldı. Yerel halklar yaşadıkları toprağa, doğaya, geçim kaynaklarına, kültürlerine, mahallelerine yapılan sistemli neoliberal saldırıya her yerde yıllardır ses çıkarıyor, sesleri devlet şiddetiyle bastırılıyor, yıkım ve inşaat makineleri taş ocaklarına, madenlere, yollara, rezidanslara karşı duran bedenlerini aşıp geçiyor. Halkların sivil örgütleri yıllardır ekokırıma, kültürel yıkıma, kentsel talana, hak ihlallerine, savaşa ses çıkarıyor, çoğunun üyeleri hapiste. “Artık hiçbir afette vatandaşın ‘nerede bu devlet?’ feryadını duymayan,”[viii] salt yıkım, enkaz kaldırma ve yeniden-inşa derdindeki piyasa resulü devletlilerin sesini içimize almamanın vaktidir.

Akıl almaz mucizeler, sırlar, gizemler, allah/tanrı/yehova lütufları, dev oluşumlar, asrın felaketleri, milenyumun fay zonları, terörler, dehşetler, olaylar, plan-projeler, hainler, canavarlar ve bilumum sansasyonel lafıgüzafın paçoz bir kokteylinden ibaret bu küresel ve milli ucube şovu bir süre daha sürecek gibi. Ama doğanın tüm canlılara doğum armağanı olan vicdanı, duyularımızı ve kolektif zekâyı iktidar berduşlarının bu milli-küresel yankı odalarında uyuşturup körletmeyeceğiz. Çünkü ülkenin ve dünyanın dört yanından devletlerin değil, hayatın bölünemez birlik ve bütünlüğü aşkına günlerdir, kader diye dayatılan enkazlara hayat kurtarmaya, hayatı savunmaya koşanlara çevireceğiz gözümüzü kulağımızı. Devletin selalar eşliğinde göz göre göre ölüme terkedip sayı olma hakkı bile tanımadığı kaybettiğimiz canların açtığı acı ve utanç dolu boşlukta uyanan, uyanacak kolektif yetilerimizi tanıyacağız. Kaybettiklerimiz kolektif bilincin zamanında koca bir boşluk açtı; piyasanın kalkınma odaklı ilerleyen zamanında birbirinden kopuk görünen zaman boyutları birbiriyle hakikat düzleminde bağlantıya girmiştir. Bugün vinçleri ve inşaat makineleriyle yıkık şehirlerin kıyısında hazır bekleyenlerin sürdürdüğü ölüm ve felaket siyaseti, doğaya ve onun hakikatine yakışır, gerçekten yaşanan bir hayatın, dünya yurttaşı olmanın nasıl bir şey olabileceğini çoğumuza unutturmuştu belki ama kaybettiklerimizin yasıyla, geride bıraktıkları utancı yüklenerek hatırlayacağız. Piyasa ve devlet yasasını, her tür kibirli insanmerkezci yasayı aşan bu kozmik ortak hayatta, hakikatin sonsuz bağlantılılık düzleminde aslında kimler olduğumuzu kalpten hatırlayacağız. Çünkü hayatın ve ölümün böylesine düşürüldüğü bu çürük değer sisteminde, günlerdir hayatın değerini savunan tek enerji halkların kolektif demokratik vicdani dayanışmasıdır. Olağanüstü olan, doğaya, canlılığa, hakikate yaraşır bir şey varsa, uyanan ve uyandıran bu güçlü kıvılcımdır.

[i] https://www.ntv.com.tr/turkiye/erdogan-senin-kadere-imanin-yoksa,93JK2SbdQk6SS7a27qsImQ

[ii] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/o-aciklamalar-arsivden-cikti-erdogan-2014-yilinda-somada-ne-demisti-1992637

[iii] https://t24.com.tr/haber/erdogan-facianin-yasandigi-maden-ocaginda-konustu-biz-kader-planina-inanmis-insanlariz,1065981

[iv] Ahmet İnsel, https://t24.com.tr/haber/prof-ahmet-insel-turkiyede-gercekten-bir-kokteyl-teror-teroru-hukum-suruyor,461239.

[v] Erdoğan CNN Türk’te yaptığı canlı telefon konuşmasında halkı “cumhurun başı ve başkomutan” sıfatıyla havadan “illerimizin meydanlarına,” “havalimanlarına” çağırırken şöyle söylüyordu: “bunlar o azınlık grubu tanklarıyla toplarıyla gelsinler, ne yapacaklarsa halka orada yapsınlar. Halkın gücünün üstünde bir güç ben tanımadım bugüne kadar.” https://www.dailymotion.com/video/x6oqoqr

[vi] https://www.evrensel.net/haber/482974/erdogan-ve-bahceliden-marasta-aciklama-bu-felaket-mucizelerle-anlam-kilinmis-icinde-sir-olan-bir-olay

[vii] “Çünkü zaten fesat sırrı işliyor; ancak ortadan kaldırılıncaya kadar mani olan var,” Pavlusun Selaniklilere İkinci Mektubu 2:7, Kitabı Mukaddes: Eski ve Yeni Ahit. İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001, s. 215. Fesat/şer sırrı veya kötülüğün gizemi terimi, çoğu yorumcuya göre İlk Günahın açıklanamazlığına, Tanrı’nın takdirine ve yasasına karşı görünmez şekilde işleyen şeytani günah işleme eğilimine atıftır. Britanya kralı I. James’in 17. yy. başındaki halk ayaklanmalarını, kendisinin de sözümona hizmetinde olduğu teolojik yasanın bir ihlali olarak bu gizemli şeytani güce havale etmiş ve kendi olağanüstü “terör” politikası çerçevesinde kapsamlı cadı avlarına girişmiştir.

[viii] Erdoğan’ın 7 Ocak 2023’teki Manavgat konuşmasından: https://www.youtube.com/watch?v=T6tGzra8AwM

Ana görsel: Georgia O’Keeffe, Red Hills, George Lake (Kırmızı Tepeler, George Gölü – yak. 1945)

Bu yazı 22 Şubat 2023 tarihinde 5Harfliler Blog Sayfasında yayımlanmıştır.

Kategoriler