Fevzi Özlüer
Sermayedarlar dönüşüm kararı anının belirlenmesinde siyasal iradeyi paylaşmak istemiyor; “Yaşanabilir bir dünyanın ne zaman geleceğine biz karar vereceğiz” diyor.
Türkiye’de sermaye birikimi, sadece müşterek varlıklara değil, aynı zamanda müşterek zamana da el koyarak serpiliyor. Bu el koyma sürecinde toprakları için mücadele edenler, bir yandan kamusal varlıkları diğer yandan da kendi zamanlarını inşa etmeye giriştiklerinde politik başarılar elde edebilirler. Bu açıdan, ekoloji mücadelesinin önemli bir tarihsel belleğini hatırlamak gerekir. 1980’li yılların sonunda İzmir Barosu çevre hukukçularının ısrarlı takipleriyle başlatılan hukuki mücadele, bilime uygun bilirkişi raporları eşliğinde, Muğla ilinde 3 termik santralin hukuka aykırı ve kirlilik kaynağı olduğuna yönelik mahkeme kararı aldırdı. Bu karar Danıştay tarafından onandı. Fakat, dönem hızla büyüme dönemiydi. Bakanlar Kurulu “prensip karar” denilen hukuk dünyasında olmayan bir işlem türü icat etti. Bakanlar Kurulu, yargı kararının uygulanmamasında kamu yararı vardır, demişti. Daha 12 Eylül Anayasası’nın teri soğumadan, yürütme yargı kararlarıyla bağlı olmadığını “prensip karar” adı altında hukukileştirmişti. İç hukuk tükenince, davanın avukatlarından Ahmet Okyay, kendi adıyla anılacak kararı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden almıştı. Türkiye’de adalete erişimin ortadan kalktığı ve mahkeme kararının uygulanmadığı, bir hak ihlalinin meydana geldiğine hükmedilmişti. Türkiye’de neoliberal birikim rejimin hayat bulması, hukukun yurttaşlar tarafından işletilemez kılınması temelinde gelişiyordu.
Pek tabi birikim rejimi sadece yargının işlevsizleştirlmesi temelinde değil, kamu hizmeti ve kamu varlıklarının yeniden işlevlendirilmesiyle biçimleniyordu. Bu İkinci devrede, 2010 yılların ardından termik santrallerin özelleştirilmesi gündeme geldi. Dünün kalkınma ikonları, şimdi sermayeye devredilecekti. Termik santraller özelleştirilince bölgenin maden ruhsatları ve enerji santrali ilgili firmaya geçiyordu. Firma bu alanda, özelleştirme hükümleri uyarınca bir takım iyileştirmeler yapması gerekiyordu. Özellikle hava kalitesi yönünden. Oysa bu durumun şirketlere ek maliyet getireceği görüldüğünde, tüm termik santrallere muafiyet getirildi. Bu düzenleme Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince yeniden Kanun ile muafiyet düzenlenmek istendi. Fakat Cumhurbaşkanı bu kanun değişikliğini kamuoyu baskısıyla veto etti. Sonra yönetmelik ile yeni bir istisna getirildi. Bu yeni dönemde teknolojik iyileştirme için maden sahası ve enerji santrali birlikte planlanması ve buna yönelik de tüm sahanın çed sürecine tabi tutulması gerekiyordu. Fakat şirketler, kendilerine bu konuda da muafiyetler tanındığını ileri sürerek yoluna devam ettiler.
Tam bu aşamada, geçtiğimiz 40 yıl içinde köyleri, ormanları, yaşamları ellerinden sorgusuzca alınmış sürgün sırası bekleyen bir avuç insanın farkındalığı, ormanda nöbet tutarak yaşamlarını korumaya dönüştü. Muğla İkizköy’de, hem fiili olarak sahada ilerleyen hem de yasal düzenin yarattığı gri alanlarda kolayca hareket ederek çalışmalarına devam eden şirket, karşılarında bir sabah köylülerin çadırını buldu. Bu çadır, kapitalistin zamanı ile halkın zamanı arasına sınır çeken bir kamusal alan olmanın ötesinde, iki ayrı dünyanın da temsilini ifade ediyordu. İkizköy halkının hikayesinin bir kısmı, aslında Türkiye’de enerji ve madencilik firmalarının sermaye birikimi için gerekli düzenekle birebir aynı hikaye. Hikayenin bu kısmı Türkiye’nin sermaye birikim rejimiyle ilgili olduğu kadar aynı zamanda yeni bir sermaye sınıfının da nasıl yaratıldığının resmini ortaya koyuyor. Yasal kayırmacılık, varolan yasaların işlevzsizleştirilmesi, yargının askıya alınması ve sağlanan teşviklerle büyüme, Türkiye sermaye sınıfının ezberidir. Fakat bu birikim sürecinin praksisinde başka bir halka daha var. O halka Türkiye ekoloji mücadelesi açısından üzerinde az durulan bir noktayı işaret ediyor. Ki esasında, sermaye birikim için olmazsa olmaz bir noktadır bu.
Bu noktayı üç başlıkta işaret edebiliriz. Birincisi, Türkiye’de birikim süreci, küresel ölçekte iklim krizinin enerji politikalarında köklü dönüşümü harekete geçirmesinden önemli oranda etkilenmeye başlamıştır. İkincisi Türkiye bu sürecin paydaşı olmak zorunda kalmakta ve üçüncüsü ise toplumsal hareketler enerjide dönüşümü gündeme getirmektedir. Özellikle ekolojik krizin sonuçlarından etkilenen, geçtiğimiz 40 yılın mağduru geniş bir toplum kesimi, Akbelen ormanlarında olduğu gibi bu tarihsel ve toplumsal dinamiklerden beslenerek yeni bir zemin yaratma potansiyeline sahiptir.
Türkiye sermaye birikim rejimi içinde, bu mücadeleyi, sermaye ile toplum sınıfları arasındaki çatışmayı özgün kılan yönler vardır. Türkiye’deki diğer toplumsal hareketlerden veya çatışmalardan farklılaştıran yön, hareketin aktörlerinin ekolojik krizin sonuçlarını ilk yaşayan ve krizden etkilenen insanlar olmasıdır. Bölgedeki toplumsal hareket, geçmiş sosyal, hukuki ve ekonomik çatışmaların üzerine kurulu bir hafızayla yüklüdür. Bu durum, bölgedeki sınıfsal ve tarihsel çatışmaları bir prototip olarak ele almamıza ve karşılaştırma yapmamıza olanak tanır.
Termik santrallerin şirketlere devri ardından da hem Yatağan hem de Yeniköy Kemerköy termik santraline bağlı olarak kömür sahalarında madencilik hızla devam etmektedir. Köylülerin tarım alanlarına ve zeytinliklerine “yasal” veya fiili el konulmaktadır. Bu konuda pek çok dava devam etmektedir. Diğer yandan, geçmiş yıllarda termik santrallerden veya bunlarla entegre kömür sahalarından dolayı pek çok sağlık sorunun yaşandığı ve ölümlerin gerçekleştiği ileri sürülmektedir. Diğer yandan geçim alanlarıyla birlikte, geçim araçlarını yitiren köylüler, işçileşmiştir. Bu nedenle de ortaya çıkan mücadele hem geçmişin hafızası ve deneyimlerini hem de devam eden bir el koyma sürecini barındırıyor. Bu anlamıyla da direniş, ekoloji mücadelelerine rengini veren, müşterek alanları korumaya yönelmiş pratiklerin ötesine sıçrayan bir tarihsel gelişmişlik düzeyine sahiptir. Bu nedenle mücadele salt korumayı değil aynı zamanda kurucu bir pratiği de barındırmaktadır. Bu açıdan da Akbelen ormanlarında ortaya çıkan nöbet çadırı, aktörlerinin politik iradesinden bağımsız olarak, ontolojik açıdan tarihin bu dönemecinde hem kurucu hem de koruyucu bir örnek olarak belirmiştir. Bu mücadelenin politik hedefleriyle ortaya çıktığı ontolojik açıyı gözeterek, sermaye birikim rejiminin bu uğrağında, tarihsel bir ekoloji mücadelesinin yöneliminin ne olması gerektiğine yönelik çıkarımlar üretmek mümkündür.
Kurucu Bir Ekoloji Mücadelesi
Sermayenin devletin her türlü destek ve yönlendirmesi karşısında toplumsal kuruculuk, bir otonomi olarak değerlendirilmemelidir. Ancak özellikle yerel bir hareket olarak Akbelen mücadelesi, kömürden çıkış ekseninde gelişen adil dönüşüm perspektifini kendi mücadeleleri için güncel ve aktif bir politika haline getirmek için özneleşmeye çalışıyor. Adil dönüşüm programının sermaye ile bir uzlaşı değil, yeniden temellük edilme stratejisi olduğuna dair farkındalığı mücadelede aramak bu noktada fazlaca steril bir toplumsal hareket beklentisine bizi savurabilir. Diğer yandan hareket, Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların siyasal aktör olarak kendi kavramsal hattını örmesine örnekler de yaratıyor. Anti kapitalist siyasal bakış açısıyla, yaşam alanlarını koruyan, hukuka uygun bir enerji politikasına yönelik de önermeler inşa etmeye çalışıyor. Ancak bu tür politik açılımlar, kuruculuğun ana damarı olarak görülmemeli. Asıl kuruculuk unsurunu, hareketin toplumsal hafızayı cisimleştirme dinamiklerinden ve sermayenin zamanı karşısında kendi zamanını harekete geçirme iradesini sergilemesinden alıyor.
Bu kuruculuğun cisimleştiği davanın Akbelen Ormanında gerçekleşen keşfi bu açıdan oldukça önemlidir. Davada müdahil şirket, sendikayı yanına alarak, kendilerinin üretimi temsil ettiğini ve fakat davacıların tam da bu üretimin karşısında bir konum aldığını göstermeye yönelik bir strateji izlemiştir. Keşif öncesinde yetkili sendika sahaya işçileri getirmişti. Sendika, mücadele eden davacı köylüleri tatilci olarak yansıtmak istedi. “Zeytin bahane tatil şahane” dövizleri tek bir elden çıkmıştı. Sendikal yönetim de bu süreçte nasıl bir çalışma ortamı, adil dönüşüm sürecinde nasıl bir iş vb gibi bir gündemle devam ettirmekten oldukça uzaktı. Köylüler ise bu stratejide işçilerle karşı karşıya gelmemek adına, yaşadıkları yerlerin tahribatını gündeme getirdi. Akbelen Ormanları içinde geniş bir alanda yapılan keşif sırasında, insanların yaşadıkları alanların, evim dedikleri yerlerin nasıl tahrip edildiği ve özel hayatlarının yok sayıldığını işaret etmek açısından oldukça önemliydi. İki taraf açısından tatmin edici nitelikte olmayan yeşil mutabakat, Paris Anlaşması gibi metinler de iddia ve savunmalarda gündeme geldi. Sermeye birikim rejiminin oturacağı hattı dönüştürmeye aday bu belgelerin ne zaman hayata geçirilmesi gerektiği ise tüm rejimin kilit noktasını oluşturuyordu.
Türkiye sermaye sınıfı ve yönetici aygıtları, bu belgelerin şu anda yürürlüğe girmesini istemediklerini her gün dile getiriyor. Ekolojik krizin mağdurları ise bir dal arıyor. Özellikle asgari bir hukuki öngörülebilirlik beklentisi içinde bu belgelerden Anayasal haklarını savunacak arayüzler geliştirmeye çalışıyor. İşte, birikim rejimi için kritik an burasıdır. Türkiye’de sermayenin dönüşüme ne zaman hazır olacağını kim, nasıl belirleyecek? Davalı taraf ve müdahil şirket nazarında sermaye ittifakı bu metinlerin önemli olduğunu, dönüşüm ihtiyacı olduğunu ve fakat gelişmek ve büyümek için gerekli olan yağma koşullarıyla, sömürünün sürdürülebilir olması için gerekli değişikliklerin örtüşmediğini ileri sürüyorlar. Yani özetle, halk açısından öngörülebilir, belli bir kurala uygun büyüme, sermaye birikimi için bir engel olarak görülüyor. Pek tabi, olağanüstü hal, kapitalizmde bir kural. Tam da bu bağlamda sermayedarlar da dönüşüm istiyor ama, içinden geçtiğimiz anın doğru bir zaman olmadığını vurguluyorlar. Sermayedarlar işte bu karar anının belirlenmesinde gücü ellerinden bırakmak istemiyorlar. Bu konuda kendilerine ortak aramıyorlar, siyasal iradeyi paylaşmak istemiyorlar. İşte bu nedenle, yaşanabilir bir dünyanın ne zaman geleceğine biz karar vereceğiz diyorlar. Bu bağlamda, Sermaye birikimi sadece müşterek mekanın değil, zamanın da çitlenmesi stratejisine dayalı gelişiyor. Rusya ve Amerika arasında Ukrayna’da cisimleşen savaş, bize bir kez daha iyi bir hayata yönelik zamanın ötelendiğini ortaya koyuyor. Oysa, elimizden alınan şey, geleceğimizi kuracak olan zaman ve bu zamanın ne zaman geleceği bilgisi? Bu dönüşümün sürekli ertelenmesi bir sermaye stratejisidir. Bu savaş konseptine tabi kapitalist birikim, emekçilerden zamanı ve emekçilerin zamanına el koyamadan ayakta kalamayacağını bir kez daha göstermiştir. Bu nedenle, kuruculuk, bugün enerjide yaşanacak dönüşüm, sosyal ve siyasal bir dönüşümle ilgilidir. Fosil politikalarından vazgeçiş veya fosil uygarlığına devam kararı, toplumsal sınıfların müşterek zamanı kurma iddiası ve çabasıyla ilgili olmaktadır. Aksi durumda, dünyanın “sonunun” ne zaman geleceğini ve “iyi bir yaşamın” ne zaman yaşanacağını sermayedarlar belirlemeye devam edecektir.
Bu Yazı 13.11.2022 Tarihinde Birgun.net Adresinde Yayımlanmıştır.